Bir yılda tam dört mevsim… Hele kozmopolit İstanbul’da; hepsi ayrı bir tat, ayrı bir resim. Kozmopolit, farklılık ve çeşitlilik anlamlarına gelir. Belki de en çok bu nedenle İstanbul’a çok yakışan bir sözcüktür. Diyaloğu, farklılıkların hoş görülmesini, tüm insanların aynı topluluğun bir parçası olduğunu, insanların birlikte yaşama eğilimini anlatır bu güzel Yunanca kelime.

Hepimiz aynı dünyada aynı hedefin yolcusuyuz; sağcı, solcu, Alevi, Sünni ya da komünist…  Rengârenk, olağanüstü bir mozaiğin can alıcı parçalarıyız İstanbul’da. Önemli olan taşıdığımız farklı fikirler değil, hayata ve insanlara ne verdiğimiz.

80 darbesinde, henüz altı yaşındayken ailesi ile göç edip gelmişlerdi Beyoğlu’na. Beyoğlu’nun kalbi Taksim’di. Burası her daim hareketli, kozmopolit ortamı, kalabalık caddeleri, popüler restoranlarla kafeleri, alışveriş merkezleri, mağazaları, turistik mekânları, canlı eğlence ve gece hayatı ile İstanbul’un en ünlü semtlerinden biriydi. Koskoca 42 yılını geçirmişti burada. Nelere şahit olmamıştı ki gözleri… Nelerin şahidiydi bu meydan…

Son yıllarda yaşanan ekonomik kriz, özellikle hayat pahalılığının getirdiği geçim sıkıntısı, büyük acılara ve aile içi onulmaz yaralara neden olmaktaydı. Çocukluğu geldi aklına. 1980 yılındaki Petrol Krizi sonrası gibi fiyatlar şimdi de başını alıp gitmiş, insanlar evlerine ekmek götürmeye zorlanır olmuştu. Pek çok insan işini kaybetmiş, enflasyonun gerçekten bir canavara dönüşmesinden sonra ise krizin aşılması için sıkı kararlar yürürlüğe konulmuştu. O zor günler şimdi tekrar kapısını çalınca enflasyon baskısına daha fazla dayanamamış, ödemeleri artık onu zorlayınca yıllar sonra yeniden memlekete dönmek zorunda kalmıştı.

Aslında memleket hasreti, geçen onca yıla rağmen hep yanı başındaydı, hiç kaybolmamıştı. Çocukluk günlerinden aklında kaldığı kadarıyla memleket havası, burnunda hep tütmüştü. Buna rağmen özlediği memleketine, hasret gidermek yerine zorunluluktan dönmüş olmak, onu fazlasıyla üzüyordu.

Taksim’de yıllarca işlettiği, türlü kahrını çektiği ama bir sürü güzel anı da biriktirdiği dükkânına kilit vurmak, yaşadığı acıların en büyüklerinden biriydi. Ev yapımı, doğal, katkısız, çeşit çeşit reçeller satardı dükkânında. Aklınıza gelmedik bir sürü reçel; süt reçeli, nane reçeli, limon reçeli, acı biber reçeli, hatta soğan reçeli bile vardı satardı. En sevileni ise dükkânını tüm İstanbul’da meşhur eden dağ böğürtleni reçeliydi.

Artık memleketindeydi. Eşine az rastlanır güzellikte bir doğa harikasıydı burası. Sık sık kendini dışarıya atar, dağ bayır dolaşırdı. Böylelikle hem zihnini boşaltmaya çalışır hem de çocukluğunda dolaşarak anılarını tazelerdi. Yine böyle bir gün derin kanyondaydı. Dikenli çalılar arasındaki mayhoş, sulu ve kırmızımsı siyah böğürtlenlere dalmıştı. Telefonun acı sesi ile irkildi. Arayan, uzun yıllar ona komşuluk yapmış esnaf arkadaşlarından biriydi. Sesine yansıyan büyük bir acı ve ağlamaklı bir ses ile “Merhaba, nasılsın?” bile demeden “Taksim’de yine bir bomba patladı abi, sekiz can daha kayıp gitti…” deyiverdi. 

Bir süre telefon elinde kalakaldı. Boğazı düğümlendi, bir şeyler söylemek istedi ama sesi çıkmadı. Bir bomba da onun yüreğinde patlamış ve her şeyi paramparça etmişti sanki. Dikenli çalılar tüm vücudunu sarmış ve her bir budak bıçak gibi saplanmıştı. O anın içinde hapsolmuştu âdeta. “Taksim’in dili olsaydı kim bilir neler anlatırdı? Ne çok acı dillendirirdi. Aslında her bir can, şahidiydi bu dünyanın… Kimi mutlulukların tanığı, kimi olayların sanığı! Yaşadığımız şu dünyada hadiselere şahit olmak… Tanık olmakla sanık olmak arasında bir ince nüans!” diye söylendi. Kendi kendine konuştuğunu fark edemeyecek kadar dalgındı. “Vefat edenlerin rızıklarının taksimi bitti artık Taksim Meydanı’nda.  Kirli ittifakların neticesinde, yiten canlara yenileri eklendi…”