Göz kapaklarını hafifçe araladı, hâlâ sabah olmamıştı. Bölünmüş uykuların gözlerinde yuva yaptığı günden beri uyku problemleri yaşıyordu. Dün gece nöbetten çıkmış, eve geç saatlerde gelmişti. Baş ucundaki saat, birkaç kez zamanın geçtiğini hatırlattı ama o kalkmak istemiyordu. İyi uyuyamadığı için vücudu ağrıyordu.
Yatağın sıcaklığına rağmen odada ilkbahar serinliği vardı. Yavaşça doğrulup odanın serin havasından derin bir nefes aldı. Perdeleri açar açmaz içerisi gün ışığı ile aydınlandı. Bir adım attı ama sonra dönüp perdelere tekrar baktı. Perdenin sağ tarafı biraz fazla açılmıştı, sol tarafını da ona göre ayarladı.
Odanın içinde birkaç tur dönerek ne yapacağını düşündü; belki kahvaltı hazırlamak, belki de çıkıp dışarıda bir şeyler yemek… Düşünceleri hızla dağılıyordu. Sonunda mutfağa girmeye karar verdi. Koridora geçtiğinde adımlarını yarıda kesip geri döndü ve makyaj masasının önündeki sandalyeye oturdu.
Son dönemlerde bir kararda kalamıyordu. Zihni, aklına gelen her şeyi yapma isteğiyle doluydu ama hiçbirine başlayamıyordu.
Her sabah makyaj masasının önünde farkına varmadan saatlerce oturur, koleksiyon kutusundaki yüzüklerini parmaklarına takar, sonra tekrar çıkarırdı. Yüzüklerin belirli bir takı ritüeli vardı. Onları çıkarıp takarken, tüm dünya bir süre için dururdu. Her birinin ayrı ayrı güçleri olduğuna inanırdı. Rubi gücü, zümrüt aşkı, sedef de zarafeti temsil ederdi. Dünya üzerindeki her taşın çözülmesi gereken ayrı bir gizemi vardı.
Takılacak her yüzüğün günü hatta saati bile belliydi. Sabahları ilk iş olarak takvime bakar; ay, yıl ve günü hesaba katarak takılacak yüzüklere, kolyelere ve küpelere karar verirdi. Yanlış bir yüzük takarsa herşey planlanmadık şekilde değişebilirdi. Bu yüzden tüm değişkenler çok dikkatli hesaplanmalıydı. Burçların haftalık takibi yapılır, o günlerde kendine iyi gelecek ve destekleyici takılar özenle seçilirdi.
Aysel’in iç dünyasında taşlar, sayılar ve semboller vardı. Her şey, ona bir şeyler fısıldıyordu. Her biri, bir tür kontroldü ve bazı şeylerin doğru olmasını sağlamak için birer araçtı. Her seferinde bu “doğru”yu bulmak, Aysel’i iyice yalnızlaştırıyordu.
Gözleri, parmaklarından kolyesine kaydı. İnce, parlak bir zincir ve üzerine takılı, büyük, camgöbeği bir taştan oluşuyordu. Akıl mavi, kalp yeşildi. Bu turkuaz rengi, onu kötü enerjiden koruyordu. Bu kolye de tıpkı diğer takıları gibi sadece boynunda değil, ruhunda da bir simge olarak asılıydı.
Anahtarlıklarını özellikle isim ve soy ismiyle başlayan harflerden seçerdi. Kendi varlığını yine kendi aynasından seyretmeyi severdi. Bir konuyu halletmeden önce her şeyi detaylarıyla tekrar ederdi. Tıpkı bir oyun gibi her çözümün sonrasında da arkadaşlarına hikâyesini anlatmayı severdi.
Her sabah olduğu gibi yine hazırlığını yapmış, hemşire olarak çalıştığı hastaneye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda karşısına çıkan sayılar ve simgeler, zihnindeki boşluklarda yankılanıyordu.
Hastaneye doğru giderken, yolda müzeye iki kilometre kaldığını gösteren tabelayı fark edince durdu. İki rakamı, onun için bir yolculuğun simgesiydi. İki yolun kesiştiği yer, iki seçeneğin varlığı! Bu sayı boşu boşuna karşısına çıkmamıştı. Bunun mutlaka bir anlamı vardı ve onu çözebilecek gücü kendinde hissediyordu. Bu anlam üzerine düşüne düşüne yürümeye devam etti. İki sayısı ve bugünün tarihi birleşerek ona bir şeyin eksik olduğunu söylüyordu. Bu, tıpkı bildiği bir yolda kaybolmak gibi birşeydi. “Bugün çok dikkat etmeliyim!” diye düşündü.
Hastaneye vardığında işine koyuldu. Bir hastaya ilaç verirken etiketin üzerindeki rakamlar dikkatini çekti. Dört rakamı biraz eğik duruyordu. Bu sayı, onun için dengeyi simgeliyordu ama bu etiketin dengesizliği onu huzursuz ediyordu. Gözleri ilaç kutusunun her katmanında gezindi. Ona göre şeyin düzgün olması gerekiyordu. Birkaç dakika boyunca onu düzeltmek için uğraştı. Bu işlemi tamamladığında dört rakamı biraz düzelmiş ve o da bir nebze rahatlamıştı.
Bu tür rahatlamalar fazla uzun sürmüyordu. Aynı düşünceler tekrar tekrar beynine giriyordu. Her zaman bir şey eksikti.
Bir hastaya iğne yapmak için temiz, esnek bir eldiven giymesi gerekiyordu. Yüzüklerini çıkarıp özenle ve parmağındaki sırasına dikkat ederek dolabındaki kutuya koydu. İş çıkışında aynı şekilde onları tekrar taktı.
Bir süre sonra o taşların gücünü hissetmemeye başladı. Onların bazı zamanlar aktif olamaması, onu yine kendi içindeki boşluğa hapsediyordu. Böylece içindeki boşluk, her geçen gün biraz daha büyüyordu.
Meltem, Aysel’in en yakın arkadaşıydı. Her ne kadar onun tuhaflıkları bazen kendisini zor durumda bıraksa da arkadaşının iç dünyasını anlayan tek kişiydi. Bu tatlı kız, onun için yalnızca bir arkadaş değil, onun hayatındaki büyük resmin bir parçasıydı. O, bazen çözülmesi zor olsa da asla vazgeçilemeyecek kadar değerliydi.
Meltem, bir gün Aysel’i ziyarete geldiğinde o, elinde defterini tutuyordu. Bakışları, onun yazdığı şiire takıldı ve gülümseyerek: “Neler yazıyormuş bakalım yüzüklerin hanımefendisi?” diye sordu. Aysel’in yüzünde istemsiz bir tebessüm oluştu. Şiir, onun içindeki duvarlara açılan tek kapıydı. Son dize Meltem’in diline dolandı: “Öyle bir zamanda gel ki o gün ben olmayayım!”
Şiirin anlamını fark ettiğinde içi burkuldu: “Bu aralar bazı şeyler yolunda gitmiyor gibi. Biraz konuşalım mı?” dedi.
“Konuşabiliriz.” dedi Aysel ama yine de bakışları bir noktada kaybolmuştu.
Meltem, ona bir kahve yaptı. Aysel, bir anda başını can dostunun omzuna koyarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hıçkırıkları ve göğsünün hızla inip kalkması, onun ne durumda olduğunu gösteriyordu. Biraz sakinleşince, “İçimde aşamadığım ne kadar duvar var, bir bilsen!” dedi.
Bir müddet daha sessizce ağladıktan sonra iki arkadaş karşılıklı bakıştılar. Aysel, bir anda yine takılarından ve giysilerinin uyumundan bahsetmeye başladı.
Meltem sessizce dinledi çünkü onun içindeki kaygıları en ince ayrıntısına kadar biliyor ve bu yüzden konuşmuyordu. O, hâlâ nişanlısının dokuz yıl önceki terk edişinin gölgesi altındaydı. Onun takı koleksiyonu bu yüzden çok değerliydi. Her takı, kendi ruhundan ona bir katkı sunuyor ve onun ayakta kalmasını sağlıyordu. Aysel, başını kaldırıp arkadaşına baktı ve “Doğum tarihim, yaşım hatta ayakkabı numaram ile takılarımın uyumu… Her şey uyumlu olursa, her şey yoluna girecek.” dedi.
Meltem, bir süre sessiz kaldı. Aysel’in gözlerinden ruhuna doğru akan bir boşluk vardı. Terk edilmesinin ardından, bu boşlukta kendini kaybetmişti. Onun ruhundaki karanlığı ve derin boşluğu görebiliyordu. Kulağına yaklaşarak usulca, “O kaybını bul, onun acısını yaşa ve bitir!” dedi.
Aysel, kaybının ne olduğunu çok iyi biliyordu. Geçip giden her gün, sahili olmayan bir deniz gibi onu çaresiz hâle getiriyordu. O denizin içinde, tutunacağı dalların elinde kalacağını bile bile her bulduğuna sarılıyordu.
Yine yorucu bir vardiyanın ardından Meltem’i arayarak çok bunaldığını, hem ona bir de sürprizi olduğunu söyledi. Meltem, tatlı ve aynı zamanda farklı olan arkadaşının, bir gün kendini daha iyi hissedeceği ümidiyle onun her davetine koşulsuz gidiyordu. Hastaneye yakın bir kafede oturdular. O, yorgun bir hemşire olarak iş yerinden ve hayatın zorluğundan defalarca bahsetmesine rağmen yine aynı konuları anlattı. Meltem ise kahvesini yudumlarken onu sabırla dinledi.
Aysel, yanında getirdiği çantadan eskitme, tahta bir kutu çıkardı. O gün satın aldığı bu kutu içerisindeki takıları masanın üzerine koydu. Meltem, gerçekten meraklanmıştı ama onun merakı daha çok arkadaşının ruh sağlığı ile ilgiliydi. Masanın üzerindeki bu ilginç model ve renkteki tuhaf yüzüklere değil de onun gözlerine baktı.
Aysel, “Bunlar el yapımı, sen bakma öyle tuhaf durduklarına! Her biri olağanüstü güçlere sahip.” dedi. Meltem, bu cümleler karşısında iyice afalladı. Onun yüzüne dikkatlice baktı; kelimelerini seçerek ve sakince, “Bunları nerden aldın?” diye sordu.
Aysel, heyecanlı bir şekilde; “Aramızda kalsın. Bunları uzun süredir peşlerinde olduğum define avcılarından aldım. Bunlar Lidyalılar döneminden kalma. Bu takıları üstün güçlere sahip Lidya kraliyet ailesi kullanmış.” diye cevap verdi.
Meltem’in içinden yükselen ama bir türlü söyleyemediği sözler, Aysel’in içindeki o duvarlara çarpıp geri döndü. O duvarlar hâlâ oradaydı, belki de her geçen gün daha da yükseliyordu.