Gurbetteydim. İçimde adını koyamadığım sıkıntıyla kül rengi bir gökyüzünün altındaki tipik sonbahar gününe uyandım. Soğuklar kendini iyiden iyiye hissettirdiği için sıkıca giyinip evden çıktım. Ayaklarım zihnimden önce davranmış olacak ki kendimi deniz kıyısına inen patikada buldum. Hava rüzgârlıydı; deniz dalgalı, gökyüzü ise daha bir gri olmuştu. Güneş bulutların arkasında silik bir iz gibiydi. Soğuk rüzgâr, montumun yakasından sızıp tenime kadar ulaşıyor ve bedenimi ürpertiyordu.
Kıyıdan biraz uzaklaşıp tepelerin eteklerine doğru yürümeye başladım. Kuru yapraklar ayakkabılarımın altında hışırdarken, gözüm birdenbire yerden yükselen incecik bir fidana takıldı. İlk bakışta fark edilmeyecek kadar narin ama dikkatli bakınca dirençli bir canlıydı gördüğüm. Bir defne ağacı… Boyu henüz bir metreyi bulmamıştı ama koyu yeşil yapraklarla bezenmişti. Etrafındaki dikenlerden dolayı dikkatle yaklaştım ve üç yaprak kopardım. Sağ avucumdaki yaprakları koklayıp cebime yerleştirdim. O koku beni aldı ve yıllar öncesine, çocukluğumun geçtiği memlekete götürdü.
Bizim orada defne çoktu. Dört mevsim canlı, dört mevsim yeşildi. Meyvesinin yağı çıkartılır, yaprağıysa hem şifa niyetine kullanılır hem de sineksavar olarak yakılırdı. Defne yağından yapılan sabunlar ise vücut ve çamaşır temizliği için kullanılırdı. Sert bir yapısı vardı bu sabunların. Soğuk suda köpürmediği için mutlaka ılık veya sıcak suyla kullanmak gerekirdi. Cevizlerin yeşil kabuklarını ayırınca elimizde oluşan koyu kahverengi lekeyi en iyi defne sabunu çıkarırdı.
Bizim köyde defneye har denirdi. Bizim, harlık diye bilinen ve içinde antik çağlardan kalma bir mağaranın olduğu korumuz vardı. Duvarlarında o zamandan kalma resimler vardı. Korunun alt tarafından, yola yakın yerden bir su kaynardı. Gözenin çıktığı yere küçük bir havuz yapmış ve suların birikmesini sağlamıştık. Suyu çok lezzetliydi bu gözenin. Toprağın altında defne ağaçlarının köklerinden süzüldüğü için lezzetli ve şifalı olduğu söylenirdi. Defne, hayatımızın içindeydi ama benim zihnime kazınan, dedemle olan anılarımdı. Rahmetli dedem defne yaprağını çok severdi. Sadece kokusunu değil, itibarını da bilirdi. “Şifadır bu, şifa!” derdi bize.
Köyde, yol kenarında ceviz ağaçlarımız vardı. Gelen geçen, sanki cevizler sahipsizmiş gibi ağaçların altına girer; yeşil cevizleri koparır, çuvallara doldurup giderdi. Yeşil ceviz, reçeli yapıldığı için makbuldü. Dedem, bu talana engel olmak için ceviz ağaçlarının altına buğday kepeğiyle doldurulmuş minder ve yastık koydurur; gün boyu orada oturur, nöbet tutardı.
Ben de fırsat buldukça ona taze defne dalları götürürdüm. O da dalları alır, sık sık koklar, yaprakların kokusu azaldıkça avucunun içinde ezip yeniden koklardı. O harika koku, dedemin ellerinde zamana meydan okuyan bir hatıra gibi dolaşırdı. Cevizler olgunlaşana kadar dedemin rutini buydu.
Köy, yaramazlardan da nasibini alırdı. Bazı muzipler, yoldan geçerken arabalarını dedemin üzerine doğru hafifçe sürer ve onu korkutup kaçırmak isterlerdi. Dedem, yaşlı gözleriyle ne olduğunu seçemez ama kulaklarıyla niyeti anlardı. Öfkeyle doğrulup “Ben sizden korkmam!” diye başlar ve azarlayarak ağızlarının payını verirdi ama muzipler, bu çıkışı kahkahalarla karşılarlardı.
Bir gün bir delikanlı, usulca ceviz ağacına tırmanıp yukarıda cevizleri bıçakla oyarak yemeye başlamış. Kabuklarını ağacın altına, dedemin önüne fırlatınca dedem, yukarıya doğru bakmış ama tam seçememiş. “Bu yaramaz galli (sincap) gene geldi!” demiş ve bu kez de sincaplar, dedemin azarlarından paylarını almışlar. Bu anıyı hatırladıkça hep gülerdim.
İşte o gün, deniz kıyısından uzaklaşıp defne yapraklarını cebime koyduğumda, bu sahneler birer birer gözümde canlanmıştı. Bilmeden elimi cebime atmış, yaprakları avucumda ezmiş, o tanıdık kokuyu içime çekmeye başlamışım. Dudaklarımda da geçmişin gülümsemesi belirmiş, kendi iç dünyamda kaybolmuşum. Tam o sırada birinin yanımda durduğunu fark ettim. Kibar, düzgün giyimli bir polis memuruydu. “Ne kokluyorsunuz, beyefendi?” diye sordu. Ben, hâlâ çocukluğumun ceviz ağaçlarının gölgesindeydim. Gülümseyerek avucumu açtım, ezilmiş üç defne yaprağını gösterdim. Kokladım, sonra ona da uzattım. O da burnuna yaklaştırdı. Yüzünü buruşturmadı, belli ki kokuyu sevmişti. “Bana memleketimi hatırlattı.” dedim. “Çocukluğum defnelerin arasında geçti.” Polis başını hafifçe eğdi. Yüzünde anlayışlı bir tebessüm vardı. Bir baş selamı vererek uzaklaştı.
Havanın soğukluğu kendini iyiden iyiye hissettirince elimdeki yaprakları cebime koydum. Montumun yakasını kaldırıp ev istikametine döndüm. Bir yandan da düşünmeye başlamıştım. İnsan zihninin, hafızasının, hayal gücünün derinliği beni şaşırtmıştı. Nasıl şaşırtmasın ki… Gurbetin ortasında, soğuk bir sonbahar rüzgârında, küçücük birkaç defne yaprağıyla geçmişime dokunmuş ve memleketime dönmüştüm. O zaman anladım ki en samimi duygulardan bir tanesidir özlemek. İnsan özleyince mesafeleri aradan çıkarıverir. Bedenen gidemese de hayalen bir yolculuğa çıkar. İşte o zaman sadece bir koku kadar uzak düşer doğup büyüdüğü yerden ve bir tutam kokuyla geri döner o zamana ve mekâna.
Güzel bir yazıydı. Kaleminize sağlık Mehmet Hocam.
Aziz dostum, kıymetli kardeşim merhaba.
İşte tam da böyle zamanlarda kıymetlenir, daha bir anlam kazanır ve hatta geçmişle hâl arasında köprüler kurar biriktirdiğimiz hatıralar. Şu an yaşadıklarımız an itibari ile sıradan olsalarda, gelecekte geçmişin dili ve rengiyle hatırlanmaları ayrı bir kıymete haiz olsa gerek. Hey gidi günler, yıllar, hatıralar, yaşanmışlıklar hey!..
Bazen bir ses,bazen bir koku,bazen bir nağme bazen de anlık bir görüntü anılar ülkesine alır götürür bizi….