Çeviri: İbrahim TÜRKHAN
Dağın eteğinde yer alan Kayındı adlı köyde bir ebe yaşıyordu. Kocası, evliliklerinden birkaç yıl sonra vefat edince, kızıyla baş başa kalmıştı. Onun evi, sağlık ocağının hemen yanındaydı. Sağlık ocağı inşa edilirken, kolaylık olsun diye, yanına bu ebenin kaldığı ev de yapılmış olmalıydı. Kişiye özel gibi duran bu durumu sorgulayan ya da mesele eden kimse yoktu o köyde. Köyde hastalanan yaşlı-genç kim olursa olsun, hemen sağlık ocağına geldiği için orası hiç boş kalmazdı. Köy halkına göre hayatın anahtarı sanki orasıydı. Ebenin, köylülere karşı tutumu hiç değişmezdi; bir şikâyeti olup gelenlere tatlı dille konuşur, elindeki ilaçlardan verir ve gönüllerini hoş edip uğurlardı. Her şey yolunda gidiyor, hayat kendi akışı içinde sürüyordu.
Kızı büyüyüp gençliğe ilk adımı attığı çağa geldiğinde, ebenin hayatında da değişiklikler başlamıştı. O güne dek duymadığı bir cümleden dolayı, dünyasının altüst olacağını hiç düşünmemişti. Kızı, bir gün okuldan gelince yüzünü asıp hoşnutsuz içinde annesine; “Kapının önündeki bu eski terliği atsan olmaz mı?” demişti.
Anne, kızın ne demek istediğini hemen anlamamıştı. “Bu neyin nesi şimdi?” diye geçirdi içinden. Bunu diyen başka biri olsaydı, belki tersleyip “Sana ne zararı var, o terlik bir yerini mi çizdi?” diye çıkışırdı. Ama o, biricik kızına o güne dek hiç kötü söz söylememişti.
Kız cümlesini devam ettirdi: “Ben kendimi bildim bileli, bu terlik kapının önünde duruyor. Sanki başka giyecek birşey kalmamış gibi!”
Anne yine de sabırlıydı. Ne diyebilirdi ki? Kızını kırmamak için kaç yıldır severek giydiği terlikten vazgeçebilir miydi? İçinden, “Boş ver!” diye geçirirken, kızından o terliğe duyduğu hoşnutsuzluğun sebebine açıklama geldi: “Geçen gün sınıf arkadaşlarım geldiğinde bu eski terliği görüp güldüler.”
Anne durumu anladı, yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi: “Anladım kızım, anladım. Bundan sonra terliği başka yere koyarım.”
Aradan günler geçti. Bir gün, gece yarısına doğru kapı hızlı hızlı çaldı. Ebe hemen kapıya doğru fırladı. Bugüne dek bu hayat tarzına alışkındı zaten. Gelen, kızının sınıf arkadaşlarından bir oğlandı. “Annemin kalbi tuttu, hemen gelmezseniz olmaz!” diye nefes nefese ve yalvaran bir ses tonuyla seslendi.
Ebe hızlı bir şekilde giyindi, ilaç dolu çantasını kaptı. Dışarı çıkıp her zamanki gibi terliğini ayağına geçirmek istedi ama terlik yerinde yoktu. “Hay Allah’ım, ben onu yatağın altına koymuştum ya!” diyerek, tekrar içeri girip terliği giydiği gibi hızla geri çıktı. O sırada bir şeyi daha unuttuğunu fark etmedi. Gecikmiş olmaktan dolayı biraz hayıflandı. Çünkü bir kalp hastası için her an çok kıymetliydi. Çocuk düşünceli olduğuna dikkat etmedi; tek düşündüğü, annesinin hemen doktora kavuşup iyileşmesiydi.
Dışarısı karanlıktı, hafiften bir bahar yağmuru yağıyordu. Çocuk ile ebe, karanlığı yara yara, yağmura aldırmadan, hasta kadının evine doğru ilerlemeye başladılar. Ebe, çamurlu yolda terliğiyle şapır şapır yürüyordu. O sırada da söyleniyordu: “Görüyor musun oğlum? Bu ayağımdaki terlik benim atım ve yoldaşım. Gece gündüz böyle çağrıldığımda hemen ayağıma geçirir, koşarak giderim. Eskiden kapının önünde dururdu, evden çıkar çıkmaz giyip koşmaya kolay olurdu. Geçenlerde, bunu beğenmeyen kızımın sözünden dolayı yatağın altına koymuştum.
Bu söz çocuğu irkiltti. Çünkü birkaç gün önce, sınıf arkadaşı olan o kızı eve bırakırken, o terliği görüp dalga geçerek gülen kendisiydi. Kız bunu hemen fark etmiş, kaşlarını çatmıştı ama birşey dememişti.
O sırada, karanlığın ortasında birden bir köpek havladı. “Tüh, sopamı da almayı unutmuşum!” dedi ebe ve sözlerine şöyle devam etti: “O terliğin yanında hep sopam da dururdu. Kızım beğenmediği için onu da kaldırmıştım. Ne olur ne olmaz, köpek saldırırsa kendini koruman için bir sopa gerekir, değil mi? Dikkatli ol!”
Çocuk sus pus olmuştu. Köpek ise onlara yaklaşmadan, uzaktan havlamaya devam ediyordu.
Ebe, bütün gücünü harcayarak koşar adım yürümeye çalışıyordu. Yine seslendi: “Yanlış hatırlamıyorsam, sen de böyle yağmurlu bir gecede doğmuştun. O zamanlar gençtim. Uçar gibi sizin eve koşmuştum. Şimdi biraz yaşlandım. Bir de terliğimin yerini değiştirmek bana vakit kaybettirdi. Yoksa çoktan yetişir, anneni tedaviye başlamış olurdum.
Çocuk, kadının sözlerinden, o terlikle dalga geçtiğini, kızın ona anlattığını anladı. İçinden, “Ben de suçluyum, o terlikle alay eden bendim.” diyerek, ondan özür dilemek istedi. Ama evde annesi ölüm kalım mücadelesindeydi. Şu an öncelik, ona yetişmekti.
Eve varınca hemen tedaviye başlayan ebenin vurduğu iğne ve yakın ilgisinden sonra, hasta kadın kendine geldi. Evde yüzler yeniden gülmeye başladı. Bu sırada ebeyi çağırmaya giden genç çocuk ise biraz mahzundu. Ebenin evinin kapısında duran o eski, yamalı ve kenarları sökülmüş terlik, onun gözünde artık paha biçilmez bir hazine gibi olmuştu.
Ebe, bir hastaya daha zamanında yetişip yardım edebildiği için mutluydu. Görevinin gereğini yerine getirmesinden ve tedavisinin işe yaramasından dolayı içinde büyük bir sevinç vardı. Hasta kadın “Elin dert görmesin!” diyerek gözlerini huzurla kapatıp, rahat bir uykuya daldığında vakit gece yarısını epey geçmişti. Ev halkı, hemen bir sofra kurup ebeye sıcak çay ikram etti. Ebe, çaydan birkaç yudum alıp biraz dinlendikten sonra; “Yarın öğleye doğru yine gelirim. Durumu iyi olursa evde tedaviye devam ederiz, değişme olmazsa şehre yollarız. Ona göre hazırlıklı olun.” dedi. Çayını bitirdikten sonra eski terliğini ayağına geçirip evine doğru yola koyuldu.
Ebe için terliğin içeride ya da dışarıda olması fark etmezdi. Önemli olan yırtık, dikişli ve eski olsa da onun bir köşeye ya da çöpe atılmadan göz önünde durması ve acil durumlarda işe yaramasıydı. O terliğin kıymetini herkesten iyi biliyordu. Sık sık şöyle derdi: “Ah, benim terliklerim! Şimdiye dek nice ayakkabı ve terlik giyip eskittim. Onların hepsi geldi geçti ama siz hep ayağıma uydunuz, bana âdeta bir at oldunuz. Sizinle yol yürüyüp nice çocuğun doğumuna gittim, nice hastaya yardım ettim. Zaman değişti, cep telefonu çıktı, internet var ama hiçbiri benim ruhuma sizin kadar dost olmadı. Hiçbirinin de hastalara sizin gibi acil faydası dokunmadı. Eski bile olsanız, şimdiye kadar yerinizi dolduracak başka bir şey çıkmadı.”
Ebe, kızının söylediği kırıcı sözleri çoktan unutmuştu. Hayat akıp giderken, kızının sınıf arkadaşı o genç çocuk da eski bir eşyaya olan saygı ve vefanın ne demek olduğunu, gereksiz görülen bir şeyin bile bir gün aniden gerek olabileceğini anlamıştı. Bundan dolayı farkına varmadan yaptığı yanlıştan dolayı özür dilemek için fırsat kolluyordu. Bir gün, sınıf arkadaşının annesi olan ebeye sarılıp “İyi ki o eski terliğiniz yerinde duruyor.” diye gülümseyecek ve özür dileyecekti. O günün çok uzak olmadığına inanıyordu.
Ömürbek KARAYEV*
Ömürbek Karayev, Kırgızistanlı bir yazar ve şairdir. Kırgızistan’ın Çüy bölgesinin Kegeti köyünde, 1954 yılında doğdu. Kırgız Ulusal Üniversitesinin filoloji ve ekonomi fakültelerini bitirdi. Varşova şehrinde siyaset bilimi, Moskova şehrinde ekonomi eğitimi aldı. 14 kitabı yayımlanmış olup bazı eserleri Rusça, Uygurca, Türkçe ve İngilizceye çevrilmiştir. 2013 yılında “Taymaş” adlı hikâyesi için “Arça” edebiyat ödülüne layık görülmüştür. Kırgız Ulusal Yazarlar Birliğinin ve Avrasya Yazarlar Birliğinin üyesidir.
