Martin’im,

Ölüyorum. Ağustos’ta sağ tarafıma inen ve beni tamamen konuşamaz hâle getiren felçten sonra şimdi de kanser olduğumu öğrendim. Sanırım birkaç ay içinde öleceğim. Yaşamaktan yorulduğumu çekinmeden söyleyebilirim. Yoki’miz sık sık ziyarete geliyor. Diğerleri de elbette… Çocuklarımız sana ne kadar da benziyor! 

Yoruldum dedim; ama bu bedenî bir yorgunluk. Elbette senden ayrı geçen otuz yedi yılın, ruhumda açtığı derin yaranın etkisi büyük. Önceki yıllar kadar yoğun olmadığım için, özellikle ziyaretçiler kesildiğinde düşünmek için bol bol vaktim oluyor. Eski günlere gidiyorum sıklıkla. Bizim tanışmamıza vesile olan, benden habersiz numaramı sana veren ortak arkadaşımız Mary’e binlerce kez teşekkür ediyorum içimden. İlk görüşmemizin üzerinden çok geçmeden annene yazdığın mektupta, “Karımı buldum.” dediğini sen öldükten sonra kız kardeşinden öğrendim. Hayatımızda zorlandığımız zamanlar hep oldu. Bizi bu evlilikten vazgeçirmeye çalışmışlardı mesela. Ne kadar mücadele etmiştik. Bir papazın karısı müzisyen olmamalıymış onlara göre. Nihayetinde her engeli aşıp bir sevgililer gününde evlilik kararımızı açıkladık. Ah, o kadar hızlı geçiyor ki zaman!

Keşke hep iyi şeyleri hatırlasak insanoğlu olarak ama ne mümkün. Hatırladıkça ürperdiğim anlar var hayatımda. Otobüs boykotundan sonra sürekli ölüm tehditleri alıyorduk. Telefonları cevaplamaya korkar olmuştum. Yüzlerce ölüm tehdidine “Alo!” diyordum bir günde. Yine öyle bir gündü. Kapımızın önünde silah sesleri duydum. Yoki’yle içeride uyuyordunuz. Yaralanmadık hiçbirimiz ama hemen babamlara göndermenden bizim için ne kadar endişelendiğini anladım. Bir sene ayrı kalmamıza neden oldu bu ve benzeri saldırılar. Bu arada ailem senden ayrılmam için çok baskı yaptı. Senden sakladım bunu. O kadar ciddi meselenin içinde böylesine basit bir mesele… Senden nasıl kopabilirdim? Hem sen hem davamız, vazgeçilmez iki değerli şeydi benim için. Şarkılarımı davamıza adamıştım ve mutluydum. Sen olağanüstü hitabet yeteneğinle kürsüden, ben ise şarkılarımla sahneden ulaşıyordum kalabalıklara.

Soğuk bir ocak gününde, Yolanda içeride uyurken evimiz bombalandığında ne kadar korkmuş olabileceğimi tahmin edersin. Neyse ki yara almadan atlattık bu saldırıyı da. Kalabalığı sakinleştirmeye çalışmıştın gelince. Çünkü bize yapılan bu saldırıdan dolayı son derece sinirliydiler. Üstelik silahları vardı. O geceden itibaren ölüm korkusu kalmadı bende. Kendimi Özgürlük Savaşı’nda daha samimi hissettim. Senin davanı desteklememin, benim için ne manaya geldiğini daha iyi anladım.

Hamileydim, Martin’im seni ilk tutukladıklarında. Dayanmak gerçekten zordu. Robert F. Kennedy’nin arayıp teselli etmesinin iyi geldiğini hatırlıyorum. Senden sonra onu da öldürdüler. Ah, ne çok yanıyor içim! Senin bu tutuklanman ilk değildi, son da olamayacaktı. Takipçimiz de düşmanımız da sayısızdı artık. Başarılarımızla birlikte tehditler de arttı. FBI bile peşimizdeydi, adım adım. Bazen tartışırdık seninle telefonda. Onları hep dinlemişler. Servis ettiler hepsini bir bir.

Yolanda ile gittiğim bir alışveriş sonrasıydı. Aylardan nisandı. Jesse aradı. Vurmuşlar seni. Boğazından, kurşunla. Tek kelimeyle yıkıldım. Yığılıp kalabilirdim oracıkta ama Yoki için, çocuklarımız ve davamız için dik durmalıydım. Gözyaşlarımı bile gizledim. O gün ve daha sonra kimselere göstermeden tuttum yasını. Neden yaptılar ki bunu sana? Hayatın boyunca çok sevdiğin ve rehberim dediğin Gandi ile kaderinizin aynı olması tesadüf müydü? Onu da vurmuşlardı göğsünden üç kurşunla. Çocuklardan saklamak için elimden geleni yaptım. Nasıl dayanabilirdim? Taziyeler yağıyordu, telefon ve telgrafla her bir yandan. En zoru da henüz beş yaşındaki kızımız Bernice’ye açıklamaktı. Onu cenaze için hazırlamam gerekiyordu. Babasını bir tabut içinde görecekti susmuş bir hâlde. Oysa çocuklarımız seni kürsülerde görmeye alışkındı. Onlar seni hep çok güzel konuşan bir baba olarak bildiler. Oğlumuz Dexter seni sorunca öldüğünü söyleyemedim. Altı yaşında bir çocuğa nasıl anlatırdım? Kötü bir şekilde yaralanmış demek zorunda kaldım. Cenaze merasimi boyunca tabutunun açık kalmasını özellikle istedim. Arzu ettim ki çocukların seni o hâlde görsün ve bir daha eve dönemeyeceğini anlasınlar.

Çocuklarımızla birlikte senin planlamış olduğun ama katılamadığın yürüyüşe önderlik ettik, cenazenden birkaç gün sonra. Mikrofona konuşma sırası senden sonra bana geçtiğini o vakit anladım. Ne söyleyebilirdim? Senin kadar iyi değilim konuşma hususunda, bilirsin. “Çocukları, babalarının kendilerini sevdiğini bilirlerdi. Onlarla geçirdiği vakit sınırlı olsa da gerçekten iyiydi.” dedim gururla. Bir gün onlara: “Eğer bir adam, uğrunda öleceği bir dava için yaşamıyorsa, yaşamasın daha iyi.” demiştin. Her zaman iyi bir babaydın. Ölümsüz ruhun hep bizimle oldu. Senden sonra çocuklarımızla davanı sürdürmek benim için iyi bir teselliydi. Oğlumuz Martin’e büyüyünce ne olacağı soruldu. Senin ölümünün ertesi yılıydı. Başı dik bir şekilde babası gibi vaiz olacağını söyledi. Hepsiyle ayrı ayrı gurur duyuyorum, biliyor musun?

Ara vermeliyim. Çok ağrım var. Ağrı kesici iğne zamanı geldi sanırım. Hemşire saygısından bir şey demeden baş ucumda sessizce bekliyor. Sana yazdıkça bir yanım iyileşiyor, biliyor musun? Ama bir yanım hâlâ derin bir dehliz. Artık kalkıp yürümek gibi bir emelim de yok. Tutunmaya çalışmıyorum hayata. Ama korkuyla karışık bir heyecan var içimi ürperten. Kavuşmamıza az bir zaman kaldı. Hissediyorum. Hoşça kal.

Senin Corrie’n.