Balkon demirlerine yaslanmış uzak ufka doğru geçmişin hatıralarına dalmıştım. Akşamın alacası yerini iyice karanlığa bırakmıştı. Masamdaki çayı elime alınca soğuduğunu fark ettim. Sandalyeme oturarak derin bir nefes aldım. 

Aldığı nefesi bir daha geriye vermedi, sahiplendi belki de…

Belki de nefesin asıl sahibine verdi, bilemiyorum.

Hayata her şeyini vermişti.

Bugün yeni bir yolculuğa çıkacaktı, o eski günlerdeki gibi gelinliğini giydirdiler. Bu sefer modası geçmiş o eski gelinliğini değil yenisini giydirdiler ama gelinlik pek de terzi elinden çıkmış bir gelinliğe benzemiyordu, dikiş izleri sanki yok gibiydi. Anneannem çok güzeldi, ne giyse yakışırdı; böyle de çok hoş olmuştu.

Kar beyaz gelinliğin içinde o kadar hafifti ki melekler kıskanır, görenler imrenirdi. Bir gelin edasıyla başında duvağı sessiz sedasız gidiyordu. Bu sefer etrafında pervane olan kadınlar yüz görümlüğüne gelmeyeceklerdi çünkü bu onun son görümlüğüydü.

Dedem, herkesin şaşkın bakışları arasında anneannemin saçından bir tutam kesti ve o kar beyaz ipeksi saçını cebinden çıkardığı mendilin arasına koydu. Mendili özenle katladı, koynuna koydu oradaki boşluğu doldursun diye ama yastığındaki boşluğu hiçbir zaman dolduramadı. Hep yastığı görecek şekilde yattı yatağına, gözleri uykusuzluğun nöbetine ram olmuştu. 

Mezarına dedemin kucağında girdi; tıpkı bir zamanlar gelin geldiği toprak evin önünde, bindiği attan dedemin elini tutarak indiği gün gibi…

Vedalaşırken büyük torunu su döktü toprağına, abdest alırken eline ilk defa su döken ilk torunu. O zamanlar abdest almayı büyüklerinin ellerine su dökerken öğrenirlerdi çocuklar. Şimdi büyüdüler, su dökerken ölmeyi öğretiyorlardı anneanneleri.

İpek tenini toprağa bırakırken yüreklerinin yarısını da bıraktılar. Anne  baba olmayı öğrendiler,  anne babalarını toprağa bırakan çocukları…

Her zaman bir şeyler öğretiyorlardı gidenler; gözyaşlarını sessizce akıtmayı, yüreğinin yağlarının için için erimesini, sararmış siyah beyaz fotoğrafların tekrar tekrar canlanmasını. Naif bir ses tonuyla “Yavruuum!” denilmesini…

Bir zamanlar hep seninle gelen dedem senden sonra bize pek gelmedi. Nedenini sorduğumda sessizce yüzüme baktı ama cevap vermedi, ben de bir daha soramadım.

Senin için bizi ziyarete gelenleri ağırlıyoruz evimizde; onlar seni anlatıyor, bense seni yaşıyorum. Bir ara sadece kendi duyabileceğim şekilde “Anneanneeem!” dediğimde, Yalnızca ben duydum “Kuzucuğuuum!” dediğini ama etraftakiler fark etmediler bu nidayı. Ara sıra böyle hâlleşirdik de bu durum kendimi iyi hissetmeme vesile olurdu. Yazmanı ben aldım, hiç yıkamadım; kokunu içime çektiğimde beni kucaklıyormuşsun gibi hissediyorum.

Yine senin oturduğun sedirde başımı dizlerine koyduğum yerde oturuyorum. Bu sefer dizlerimde yavrum var, ona senin bana seslendiğin gibi seslenmek istiyorum ama olmuyor gibi geliyor bana. Yavrum kendisine seslenme tarzımı seviyor fakat bir şeyler eksik kalıyor gibi..

Seccaden ve tesbihin hâlâ aynı yerde. Şu an balkonda masamın üzerinde duran ahşap tesbihinin tanelerinde o kadar yoğun parmak izlerin var ki onları incitmeye kıyamıyorum. Sadece ellerinden öper gibiyim…