Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanda, cennet gibi bir diyarda yakışıklı, civanmert bir delikanlı yaşarmış. Bu delikanlının gönlü, karşı köyde yaşayan, güzelliği dillere destan, Asya adında bir güzele kaymış. Hem de ne güzel… Baharda rengârenk çiçekli elbiseler giydiğinde delikanlının kalemindeki mürekkep, sevda şiirleri hâlinde akarmış. Hele sonbaharda, omzuna aldığı sarı, turuncu şalların rüzgârda savruluşu yok mu? Delikanlı aklını kaçıracak olurmuş; ama en çok da kışta giydiği bembeyaz elbiseleri severmiş. İşte o zaman şeb-i arûsa bürünürmüş şiirleri…

Günler böyle gelip geçerken, mevsimler birbirini kovalarken delikanlının içi içine sığmaz olmuş. Her gün batımında, Asya’nın güneşi başına taç ettiği o muhteşem anı seyretmek yetmez olmuş gence. Aşkını ağaçlara, kuşlara, çocuklara anlatır olmuş. Belki de sadece bir kişi kalmış bunu bilmeyen. Asya’ya anlatmalıymış, onu ne kadar sevdiğini, şiirlerini, hayallerini. O dönem, her şeyin zarafetle yaşandığı zamanlarmış. Delikanlı da duygularını mavi boncuklu bir gerdanlığa nakşedip göndermiş sevdiceğine. Asya’nın hediyeyi alınca utancından yanakları al al olmuş. Gök rengi gözlerinden süzülen yaşlar mavi boncukların yanına inci gibi dizilmiş ve şöyle cevap göndermiş: “Bir kalpte iki sevda olmaz.” Bu cevabın sebebi aralarındaki Kız Kulesi’ymiş. Oysa, gözü Asya’dan başkasını görmeyen delikanlı fark etmemiş bile Kız Kulesi’ni. Kalbine o girdiğinden beri kapılarını başkalarına sıkı sıkıya kapatan, üstüne mühür vuran garip âşık, o günden sonra kara kara düşüncelere dalmış. Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu yetişmiş imdadına:

“Şu Kız Kulesi’nin aklı olsa

Galata Kulesi’ne varır

Bir sürü çocukları olur…”

Kız Kulesi boynunu büküp razı olmuş kaderine. Ama Asya kız kararsızmış. Delikanlı bu sefer de Şirket-i Hayriye vapurlarıyla, hasret kokan, kor gibi yanan mektuplar göndermiş. Günlerce sahilde eli kalbinde, gözleri ufukta beklemiş durmuş ama nâfile… Aslında her gün batımında karşı köyün yakışıklı delikanlısının gönlündeki ateş, Üsküdar’da kor ateşe dönüşmüş çoktan; ama Asya bu sevdayı kendi içinde yaşamış.

Sonunda Fatih adında bir yiğit, elçi olmuş delikanlı Avrupa’ya. Galata’nın sırtlarından gemiler indirmiş suya, yeter ki Asya kızın gönlü olsun diye. Akşemseddin adında pirifâni nasihatler etmiş. Aslında Asya’nın da kalbi çoktan fetholmuş. Gönlünde yatan eri bulmuş. Bu sevdanın adı İSTANBUL olmuş.

İstanbul’u bir kez görenin gönlüne işte bu sevdadan damlalar düşmüş. Hatta bazıları öyle nasibini almış ki bu damlalardan, delikanlı Avrupa gibi aşka düşüp şair oluvermişler. İflah olmaz İstanbul âşıkları kervanı da işte böylece yola düzülmüş.

İstanbul’un bir taşına Acem mülkünü feda edecek değeri biçmiş Şair Nedim:

“Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır

Bir sengine yekpâre acem mülkü fedâdır.”

Üstat Necip Fazıl bu yüzden meşhur dizelerin şairi olmuş:

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.”

Aziz İstanbul’una gönül tahtında keyfince kurulma ayrıcalığını tanıyan Yahya Kemal, kervanın iflah olmaz yolcuları arasına girmiş:

“Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”

Her masalın bir sonu varmış; ama bu masalın anlatanı, ne gökten üç elma düşsün istemiş, ne de kerevetine çıkılsın. İstemiş ki yenileri eklenerek bu kervanın yolculuğu sonsuza kadar devam etsin. İstemiş ki her hâli şiir olan bu şehrin masalı dilden dile anlatılıp dursun. İşte bundan mıdır, yoksa dinmeyen İstanbul hasretinden midir bilinmez, masalı bitirememiş. Bu sefer de şair Bedri Rahmi Eyüboğlu onun imdadına yetişmiş:

“İstanbul deyince aklıma bir masal gelir

Bir varmış, bir yokmuş…”