Direniş, bazen bir çığlık olmayıp bilakis sessizliğin kendisidir. Yüzüne düşen gölgeyle anlaşılır, gözlerin göğsüne çektiği ağırlıktan sezilir. Herkesin konuştuğu bir zamanda susabilmek, susarken de eksilmeyip derinleşebilmek… İşte orada başlar insanın içe doğru yolculuğu. Direnişin en saf hâli, gürültüsüzdür.

Zaman, bedenin çevresinden ziyade ruhun derinliklerinde daralır. Geniş meydanlarda yürüyen insanlar görünür ama içlerinde nefes alacak yer kalmamıştır. İrade yönünü kaybetmişse, kalabalıklar daha çok kayboluş getirir. Direnen kişi, yoldan sapmaz; yolun kendisini her adımda yeniden inşa eder. Herkesin unuttuğu bir hakikati kendi yüreğinde saklar. Kimseye gösteremez onu. Zira bazı hakikatler, gözle değil, yara ile görülür.

Direniş, dışsal bir eylem olmaktan önce, bir hâlin ağırlığını taşımaktır. İnsan, bazen yürüyerek değil, durarak varır menzile. Durur, eğilmez ve çözülmez. Duruşu bile bir kelime kadar etkilidir. Çünkü bazı bedenler, söylemedikleri şeylerle konuşur. İçine çekilmiş bir bakış, başı dik bir susuş, eğilmeyen bir omuz çizgisi… Bunlar da direnişin imgesidir.

Günümüzün direnişi, silahlarla ya da meydanlarda olmaktan öte hatırlama gücünde başlar. Unutmamakla… Unutulmayı bile istemeyi reddetmekle. Hatırladığı sürece var olur insan. Yıkımların altında ezilmemek değil, yıkıma rağmen kendini yitirmemektir esas olan. Kaybolmak, bazen hatırasızlaşmakla başlar.

Direniş, bir hayır kelimesine sığınmaz sadece. Onda içten gelen bir evet sözcüğünün iç burkucu ağırlığı da vardır. Herkes “Olmaz!” derken “Ben yine de deneyeceğim.” demek, boşluğa bir adım atmaktır. Fakat o adım, görünmez bir merdivenin ilk basamağı olabilir.

Bazen sadece bir yerde kalmak da eylemdir. Herkes koşarken yönünü sabit tutmak, kalabalıkların akışına kapılmadan durabilmek. Uyum sağlamamak… Buna da bir tür başkaldırı denir. Ancak bu başkaldırı gürültülü değildir. İçinden kırılarak ama dışına taşırmadan yaşanır. Sarsılsa da devrilmeyen bir ağaç gibi.

Direniş, zaferi hedeflemez. Onun asıl meyvesi, dönüştürmediği şeylerdir. Değişmeyen öz, bozulmayan niyet, savrulmayan vicdan… İnsan, kaybettiğinde değil değiştiğinde yitirir kendini. Kendini korumak, günümüzde en suskun ama en ısrarlı direniş biçimidir.

Yorgunluk gelir elbet. Direnen ruh yorulur. Fakat o yorgunluk, çürümüş bir teslimiyetin rahatlığından daha asildir. Acının içinden geçerek elde edilen sükûnet, sahici bir inşadır. Ruh, böylece yeniden kurulur. Sarsıntılarla değil sebatla şekillenir. Ve ne tuhaftır: En güçlü olanlar, en çok incinenlerdir.

Bu çağ, insanı hızla soluklaştırır. Direnenler, silinmeye razı olmayanlardır. Kendi ismini haykırmasa da ruhunu yok saymaz. Bazen bir cümleyi terk eder bazen bir alışkanlığı bazen de bir hayatı. Oysa geride bıraktığı her şey, yeni bir benliğin çatısını kurar. Sessiz bir yapı inşasıdır bu, içinde yankılanan bir anlam sesiyle doludur.

Sonunda ne olur? Kazanılır mı, kaybedilir mi? Bunlar anlamsızlaşır. Çünkü mesele varmak olmayıp varlığını bozmadan yolda kalabilmektir. Direniş, sonuçla değil duruşla ölçülür. Geriye sadece yürüyüşün izi kalır. Bazı izler, hiçbir ayakkabının toprağa bıraktığı gibi değildir. Onlar, ruhun zamana çizdiği izlerdir. Silinmez, unutulmaz.