Bir köy meydanı düşünün: Toprak damlı evlerin önünde, gün batımını izleyen yaşlı bir kadın. Elindeki örgü, yün yumağının rengi kadar sıcak. Yanı başında, çamurdan yapılmış bir testiden su içen çocuklar… Su, testinin gözeneklerinden sızarak serinliğini koruyor. Kadın, örgüyü örerken aslında zamanı dokuyor: Her ilmek, bir anı, bir tebessüm, bir “Hoş geldin!”… Bu sahne, bir resim değil; insan olmanın kadim ritüeli.
Bir Tas Çorbanın Felsefesi
Eskiden sofralar, tahta masalarda kurulurdu. Çatlak tabaklar, annenin “Buyur evladım!” diyen sesiyle dolardı. Bir tas mercimek çorbası, beş kişiye yetecek kadar büyük değildi belki ama paylaşmanın matematiği farklıydı: Bölündükçe çoğalan bir sihir. Komşu, kapıya gelip “Bir tutam tuzunuz var mı?” diye sorduğunda, aslında “Yalnız değiliz!” demiş olurdu. Tuz, avuçtan avuca geçerken, insanlığın dokusu yeniden dokunurdu.
Şimdiyse, mermer tezgâhlı mutfaklarda yalnız başına yemek yiyen insanlar… Altın kaşıkla çorba içiyorlar ama her lokma boğazda düğümleniyor. Buzdolapları tıka basa dolu ama açlık, ruhun açlığı…
Altın Kafesler ve Çamurdan Kanatlar
Bir şehir düşünün: Gökdelenlerin cam cepheleri, gökyüzünü paramparça ediyor. İçlerinde yaşayanlar, her sabah asansör aynalarında kendilerini kontrol ediyor: Kravatlar düzgün mü? Makyaj kusursuz mu? Fakat kimse, gözlerindeki o “Ben burada mıyım?” sorusunu görmüyor. Lüks dairelerin kapıları, parmak izi okuyucularla açılıyor; insan dokunuşuna gerek kalmadan.
Bir gün, o gökdelenden çıkıp bir köy evine gitseler… Toprak zeminde çıplak ayakla yürüseler… Duvar saatinin tik taklarını dinleseler… Belki anlarlardı: Gerçek zenginlik, huzurun matematiğidir.
Hatıraların Son Bekçisi: Bir Köy Bakkalı
Raflarına toz çökmüş bir bakkal dükkânı. Tezgâhta, gazete kâğıdına sarılı şekerlemeler… Yaşlı bakkal, her müşterisinin adını biliyor. “Mehmet Efendi, torunun üniversiteyi kazandı değil mi? Al şu lokumu, helâllik olsun!” diyor. Para üstü verirken, avuç içine gizlice bir portakal sıkıştırıyor. Buradaki hesap, kâr-zarar değil; insanın defteri.
Oysa şimdi, devasa marketlerde kimse kimseyi tanımıyor. Özür dilemeye gerek yok; özür, “müşteri memnuniyeti politikamız” diye otomatik bir mesaj. Alışveriş arabaları dolu ama sepetlerdeki yalnızlık, fiyat etiketlerine basılmıyor.
Teknoloji Tapınağında Kaybolan Sesler
Cep telefonları, artık avuçlarımızda birer sunak. Her sabah, sosyal medya algoritmalarına kurban ediyoruz dikkatimizi. Beğeniler, modern çağın dua boncukları… Bir fotoğraf paylaşıyoruz: Mükemmel filtrelenmiş bir manzara, mutluluk etiketiyle. Fakat o manzarada, aslında yalnızca eksik olanı gösteriyoruz: Fotoğrafın çerçeve dışında kalan boş sandalyeyi, masadaki tek kahve fincanını… Bir zamanlar, mektupların üzerine gözyaşı damlardı. Şimdi, ekran koruyucular gözyaşını emiyor.
Geleneğin Mirası: Nesiller Arası Köprüler
Bir nine, torununa çeyiz sandığını açıyor. İçinden çıkan dantel örtüler, el yazması Kur’anlar, gümüş bilezikler… “Bunlar bize ait.” diyor, “Para ile satın alınamayacak hazineler.” Torun, bileziği avucunda tartarken, “Gramajı kaç?” diye soruyor. Nine gülümsüyor: “Ağırlığı, yüreğimde taşıdığım hatıralarla ölçülür.”
Oysa bugün, miraslar banka hesaplarına indirgendi. Sevgi, miras paylaşım davalarında unutulan bir detay…
Son İsyan: Ruhun Küllerinden Doğuş
Bir gece yarısı, o lüks apartmanın balkonunda durup yıldızlara bakıyorsunuz. Şehrin ışıkları yıldızları öldürmüş ama siz, çocukken köyde öğrendiğiniz bir takımyıldızını arıyorsunuz. Birden içinizde bir şey kıpırdıyor: Çamurdan yapılmış o eski testiyi özlüyorsunuz. Belki de insan, ancak kaybettiğinde anlıyor; asıl zenginliğin, bir tas çorbayı paylaşacak bir dost olduğunu.
Bir parkta, bankta oturan bir adam düşünün. Elinde bir kâğıt helva… Yanına oturup “Bölüşelim mi?” diye soruyorsunuz. Gözlerindeki şaşkınlık, yavaşça bir tebessüme dönüşüyor. İşte bu an, medeniyetin unuttuğu bir devrim: Paylaşmanın sessiz zaferi.
Son Söz Yerine: Topraktan Doğan Hakikat
Bir tohum düşünün: Betonun altına sıkışmış, ama yine de filizlenmek için kılcallarından su emiyor. İşte insanlık da böyle… Maddiyatın ağırlığı altında ezilse de ruhun kökleri hep toprağa uzanıyor.
Belki bir gün, o kökler betonu çatlatır. Belki bir gün, insan yeniden anlar: Değerli olan, sahip olduğumuz değil, sahip olduğumuzu paylaşabilmemizdir. Çünkü çamur kurur, altın paslanır… Ancak yürekte saklanan bir tebessüm, asla eskimez.
