Sevgili Karagöz’üm,

Hayli zaman oldu; hâlini hatırını sormayalı, şöyle ağız tadıyla söyleşmeyeli ve baş başa verip dertleşmeyeli. Ben de aldım elime kalemi, -hiç olmazsa- kırık dökük bir mektupla gönlünü alayım, dedim.

Arada bir beni kızdırmış olsan da seni görünce rahatladığımı bilirsin. Birlikte nasıl da hoşça vakit geçirirdik, hem güler hem güldürürdük. Bizi sevmeyen yoktu zaten ya da bize öyle geliyordu. Biz de enerjimizi halktan alırdık esasen. Hele ki çocukların gözlerindeki mutluluğu gördükçe kendimizi tamamen oyunlarımızın havasına kaptırırdık.

Ah, birbirinden eğlenceli gölge oyunlarımız gözümün önünden akıp geçiyor şimdi. Eminim, sen de hiç unutmamışsındır o günleri. Küşteri meydanında, bizim oyunlarımıza mahsus olan ve “nâreke” dediğimiz kamıştan düdüğün sesiyle açılırdı sahnelerimiz. Ben seni hep semailerle davet ederdim. Fena da okumazdım giriş fasıllarını, değil mi?

“Kurulur bir sâha-ı ummâna seyrân perdesi

Çok safa icra olur cünbüş-ü handân perdesi

Bir kıssa-i dâsitandır eş’âr-ı nazmım benim

Kimlere şâyeste bu kimlere nihan perdesi”


Evvelâ resmeyledim resm-i zılâl

Perde kurdum , şem’a yaktım, göstereni zıll-i hayâl

Şeyh Küşteri’dir pîrimiz tâlim etmiş

Bilsin diye ehl-i hâl.

Gazel biter bitmez: “Yâr bana bir eğlenceli yâr, yâr bana eğlenceli bir yâr.” der demez sen de  hiç kırmazdın beni; davetime icabet ederdin çabucak. Aşağıya atlardın ve başlardı o biteviye atışmalarımızdan biri daha.

Rüyalarımızı ya da başımızdan geçenleri anlatırdık öncelikle. Sonra ne güzel bilmeceler sorardık birbirimize. Bak sahnemizden bir parça hatırıma geliverdi hemen:

Hacivat: Karagöz’üm, bilmece bilir misin?

Karagöz: Bilmece demek ben demek, ben demek bilmece demek. Sor bilmeceni, al cevabını.

Hacivat: Peki Karagöz’üm, bir tane sorayım.

Karagöz: Sor bakalım.

Hacivat: “Sokaktan aldım bir tane, evde oldu bin tane.” Nedir bu, bil bakalım?

Karagöz: Bunu bilmeyecek ne var!

Hacivat: Ne peki?

Karagöz: Tahtakurusu.

Hacivat: Hay kör olmayasıca. Tahtakurusu olur mu?

Karagöz: Pekâlâ olur. Sokaktan bir tane kap da evde nasıl çoğalırlar gör.

Oyunumuzun üçüncü faslında yerine göre diğer karakterler de bize katılırlardı. Halktan her kesim vardı değil mi oyunlarımızda? Kâh giyinmiş kuşanmış, kibar aile çocuğu Çelebi kâh işsiz güçsüz Tiryaki ya da sulu göz Beberuhi…

Halka mal olmuş şiveler, düşünceler, gelenek ve görenekler oyunlarımızda yer bulurdu. Kimi zaman Kayserili renk katardı sahnemize kimi zaman Kastamonulu. Dahası Acem, Arap, Arnavut, Çerkez, Laz, Kürt… Manilerden danslara, kılık ve kıyafetten mimiklere kadar her tip nasıl da güzel temsil edilirdi. Tabii ki bunda bilhassa Hayali sanatkârımız ve onun yardımcılarının katkılarını inkar edemeyiz. Sahi sanatkarlarımız deyince uzun zamandır onlardan da hiç haberim olmadı. Çırak, yardak, dayrezen, sandıkkar… Ne hâldedirler acaba şimdi?

Fasıl aralarında söylediğimiz gazelleri de unutmak olmaz tabii ki: “Hazret-i Sultan-ı Orhan rahmetullah’tan beri/Yadigâr-ı Şeyh Küşteri becadır perdemiz”

Bilirsin, perde gazellerinin hemen hepsinde Küşteri’nin adını anardık. Anmasak olmazdı ki. Pirimizdi o bizim. Pirimiz deyince, kol kola verip ta Orhan zamanına gidip gelelim istedim hayalen. Sen her şeyi biliyorsun ama ben derdimi dökeyim yine de müsaadenle.  Hani benim adım Hacı İvaz Ağa diye anılırdı. Sen de Trakya’daki Samakol köyünde bir demirci ustasıydın. Cami yapımında çalıştığımız günlere gidince içim öyle kötü oluyor ki…  Kendimiz çalışmadığımız gibi diğer işçilerin de çalışmalarına mani olmuşuz. Orhan Gazi’nin, “Cami vaktinde bitmezse kelleni alırım.” dediği cami mimarı, caminin vaktinde bitmemesine ikimizin neden olduğunu ileri sürmüştü. Sonrasını ne sen ne de ben hatırlamak isteriz… Bizi çok seven ve ölümümüze hayli üzülen Şeyh Küşteri, arkamızdan kuklalarımızı yaparak perde arkasından oynatmaya başlamış ve böylece pirimiz diye anılır olmuş haklı olarak.

Neyse, bu hazin hatıramızdan sonra tekrar güzel anılarımıza geri dönelim istersen.

“Hiçbir zaman düzgün işi olmaz mı bunun?” dediğim olmuştur ama eğri oturup doğru konuşalım. İçin dışın birdi vesselam. Tam bir halk adamıydın sen Karagöz’üm. Merttin, cesurdun; belki de bu yüzden başından bela hiç eksik olmazdı. Bir de meraklı ve patavatsız olmasaydın! Karınla bu yüzden hep didişip dururdunuz tevekkeli.

“Ah Karagöz’üm, vaktiyle okuyup yazaydın… Senin bu gabavetin mektep görmemenden ileri gelir.” der dururdum da yine derdimi anlatamazdım. Beni yanlış anlamalarını unutmam ne mümkün! İtina ile sıraladığım Arapça ve Farsça sözlerimi anlamayınca kendine  göre Türkçeye dönüştürürdün. Ben bundan çok şikâyetçiydim ama aslında sen böylelikle farkında olmadan “Halk etimolojisi”ne hizmet ediyormuşsun. Doğrusu bunu ben de sonradan öğrendim.

Sen her şeyinle özeldin Karagöz’üm. Saçsız başına geçirdiğin  “ışkırlak” adındaki şapkan bile ne çok yakışırdı sana. İtiraf edeyim, -kıyafetname ilminden çok anlamazdım ama- benim sakalımın yukarıya doğru kıvrık ve  sivri olmasından mıdır nedir, biraz kurnaz olduğumu, içten pazarlıklı olduğumu söyleyenler olurdu. Bu hoşuma gitmese de kendimi değiştiremezdim nedense. Her konuda söyleyecek bir sözüm varmış gibi görürdüm kendimi. Nabza göre şerbet vermek, hayat felsefelerimden biri olmuştu hep…

Karagöz’üm, sana her selam verişimde bana yakıştırmalarına alınmıyordum. Sanırım bu hoşgörüm sana mahsustu. Bunun sen de farkındaydın tabii ki. Senin Hacı Cavcav demeni bile özledim desem inanır mısın? Dün gibi hatırımda o meşhur diyaloglarımız:

Hacivat: Hoş geldin sevgili Karagöz’üm!

Karagöz: Hoş bulduk kel kafalı kara üzüm!

“Tepemin tasını attırma! Açtırma benim bayramlık ağzımı tepelerim ha!”

Bunlar bir kenara bir de lafı hep tersinden anlamaların yok muydu? Bir değil, üç değil, beş değil…
Hacivat: Kâğıt karaladınız mı?

Karagöz: Paraladım.

Hacivat: Yazı çıkarabilir misin?

Karagöz: Yazı çıkarması bir şey mi? Haddin varsa, gel kışı çıkar. Evde ne odun ne kömür var.

İşte Karagöz’üm, bir zamanlar gölge oyununun iki başkahramanıyken silindik gittik tarih sahnesinden.

Gölge oyunu demişken Karagöz’üm, geçenlerde ne okudum biliyor musun? Bizim gölge oyunumuz, Avrupa bilim dünyasında, özellikle etnograflarca bilinmeyen bir şey değilmiş. Batı’nın birçok milletlerinde halk oyunlarının bizimkine benzeyen bir türü bulunduğu uzun yıllardan beri biliniyormuş.
İtalyanlarda ‘Tolçinello”, Fransızlarda “Polişinel”, Almanlarda “Hanzuverst”, Batı oyunlarının en bilinen örneklerindenmiş. Bir yaşıma daha girdim. Ee, ne de olsa öğrenmenin yaşı yok.

Karagöz’üm, yeri gelmişken şu bilgiyi de paylaşayım seninle. Sakın Bizim Hacı Cavcav yine bilgiçlik taslıyor, demeyesin. Bizim gölge oyunlarımız, eski Çinlilerden gelme bir türlü gölge oyunu olan Schattenspiel imiş… Sanki oyuncuların gölgelerini duvara aksettirip oynatıyorlarmış gibi… Çinlilerden başka Cava halkının da kukla oyunları varmış. Bunlar Batılıların kuklaları gibi değil, kâğıt tasvirleri olup bizimkine çok benziyorlamış.

Ah Karagöz’üm, seninle dertleşirken ramazanları atlamak olur mu hiç? Ah, o eski ramazanlar! Ramazanda özellikle İstanbul’un birçok kahvehanelerini ve şehirlerin yüksek duvarlarını boy boy resimlerimiz kaplardı. Oyunlarımıza en çok da halk rağbet ederdi. Düğün, sünnet düğünleri, bayramlar ve bilhassa ramazan ayı ve bayramlar dolayısıyla memleketimizin pek çok kentlerinde kuklalarımız boy gösterir, kulaklarımız çınlardı.

Bir de ramazan gelince dedenden kalma davulu köşesinden çıkarırdın. İyi de ederdin. İlk günden gümbürdettikçe şenlenirdi ortalık. Öyle ya…  Davulsuz ramazan tuzsuz yemeğe benzerdi. Bununla birlikte başına da gelmeyen kalmazdı. Bir keresinde Haydar Bey’in kapısında yaşadıklarını şu maniyi mırıldanarak dile getirmiştin:

“Yarım kaldı uykusu,

Sardı bahşiş korkusu,

Haydar Bey pencereden

Başıma boşalttı su.”

Ramazan deyince manileri hatırlamadan geçmek olmazdı değil mi Karagöz’üm? Onlar bizim sözümüzü, sazımızı, acısıyla tatlısıyla hayatımızı yansıtan öz nağmelerimizdi. Biz de repliklerimizde ne çok müracaat ederdik manilere..

Oyunu bitirme repliği de benim payıma düşerdi nedense. Ben onu söylerken perdemiz de yavaş yavaş kapanırdı.

İşte böyle Karagöz’üm! Seninle hâlleşmeye doyum olmuyor tıpkı eski günlerdeki gibi.. Laf lafı açtı, ben de kamışı mürekkebe bandırdım çıkardım, mektubumu uzattım. İstersen oyunlarımızın son repliğiyle şimdi de mektubuma son vereyim:

“Yıktın perdeyi eyledin viran 

Varayım sahibine haber vereyim heman” 

Kal sağlıcakla!

Hacı Cavcav’ın.