Pejmürde bir hâlde, herhangi bir plan yapmadan, kendimi sabahın erken saatinde sokağa atmıştım. Üzerimde, çıkarken alelacele sırtıma geçirdiğim büyük beden bir pardösü vardı. Bağlarını çözmeden giydiğim ayakkabım, yürürken ayağıma oturmuştu. Uzun süredir aynalarla barışık olmadığım için yüzüm, gözüm, saç ve sakaldan görünmüyordu. Gerçi nasıl göründüğü çok da umurumda değildi. Birçok arkadaşımın gereksiz gördüğü ama benim için önemli olan duyguların ağırlığını taşıyordum. Her yeni günle birlikte “Mutlaka yapmam gerek!” dediğim ama bir türlü cesaret edemediğim şeyi bugün gerçekleştirecektim. Bugün günlerden pazar ve dışarısı alabildiğine soğuktu.  Tenha bir sokağın sessizliğiyle birlikte yürüyordum. İstemsizce, ayağıma denk gelen ilk taşa vurmuştum. Önümde yuvarlanıp giden çakıl taşının sekmesiyle, yön değiştirmesini gözleyen ve çıkardığı sesleri duyan ben değil sanki benden bağımsız hareket eden duyu organlarımdı. Düşüncelerimle bedenimin bağlarının iyice zayıfladığı demlerdi. Kendimce hayata küsmüştüm. Yollar ayaklarımın altında kayıp gidiyordu. Yolun götürdüğü yere kadar gitmek istiyor ama ne kadar yürüdüğümü bile fark edemiyordum. Sadece yürüyordum. 

Beni bu kış gününde sahile doğru sürükleyen, üzerimdeki elbiselerle bu soğukta sığ sularda yürümeme sebep olan neydi? Su, diz kapaklarımı geçmeye başladığında yüreğimde bir sızı hissediyor ama anlamsızca denizi yudumlamayı da çok arzu ediyordum. İçimi titreten şey, suyun soğukluğundan çok giderek derinleşmesiydi. Su, göğüs hizamı geçmeye başlayınca kalbimin çarpıntısı iyice hızlanmış ve nefes alış verişlerim beni korkutmaya başlamıştı. Bir anda hızla duvara çarpmış gibi bir sarsıntı hissettim. Çok güçlü bir el beni belimden tutmuş sahile doğru sürüklüyordu. Ne olduğunu anlayamadan sadece; “Bırak beni, bırak beni!” diye bağırmaya başladım fakat onun beni dinlemeye hiç niyeti yoktu. Çırpınıyordum. Dönüp bakmaya çalıştım ama suların içindeki mücadeleden yüzünü tam seçemedim. Suya batıp çıkıyordum. Soğuğun ve olayın etkisiyle daha çok titremeye başlamıştım. Galiba zaman zaman gördüğüm bir kâbusu uyanıkken yaşıyordum. Ne sağa ne de sola hareket edebiliyordum. Kendine olanları anlamaya çalışan bir heykel gibiydim. Kalbim çok hızlı çarpıyor, beynim yerinden çıkacakmış gibi kafatasımı zorluyor, nefesim daralıyor, boğazımda hissettiğim ama göremediğim bir el beni boğuyordu. Saniyeler içerisindeki bu olay bana o kadar uzun geliyordu ki kâbustan uyanmaya çalışan ama bir türlü uyanamayan birinin hâlini yaşıyordum. Başım o kadar hızlı dönüyordu ki her şeyi bir silüet şeklinde görüyordum. Bu görüntü hızı içerisinde bir anda bir şeyler belirmeye başladı. Göz ve ağız boşlukları simsiyah bir kafa, gözümün önüne gelince korkuyla kendimi geriye doğru atmak istedim ama bu imkânsızdı. Ayaklarıma beton dökülmüş gibiydi. Kan ter içerisinde kalmıştım. Güçlü kollarıyla beni sımsıkı tutuyordu. Bu güçlü kollar, beni kendi etrafında o kadar hızlı döndürmesine rağmen, bu hız içerisinde görüntü daha da belirgin hâle gelmeye başlamıştı. Bu yüzü tanıyordum. Aman Allah’ım! Evet, evet bu bendim! Bağırmak istiyordum ama sesim çıkmıyor, kollarım kımıldamıyordu. İçimde gök gürlüyor, fırtınalar esiyordu. Kendimi büyük bir gürültüyle devrilen ağaçlar gibi yıkılmak üzere hissediyordum fakat onun güçlü kolları beni sarsarak yıkılmamı önlüyordu. Yüzme bilmeyen benim gibi biri için suyun içinde yaşanan bu arbede, beni bir an önce asıl isteğime kavuşturacaktı ama beni çevreleyen bu güç buna engel oluyordu. 

Artık suyun dışındaydık ve bana benzeyen yüz tam karşımda, elleri ise yakamdaydı. Saçlarımdan yüzüme akan sular gözlerimi yakıyor, dudaklarımın titremesinden ve şaşkınlığımdan konuşamıyordum. Yakamı bıraktıktan sonra bana benzeyen bu kişi,  “Ben senin hayatınım!” demişti. Bu söz üzerine şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Bu zamana kadar ben hiç kimseye “Hayatım!” diyememiştim ama o şimdi karşıma geçmiş, benim hayatım olduğunu söylüyordu. İyice afallamıştım. Birden dilimin ucuna gelen, yıllarca sesli sessiz kendime söylediğim, o kısa ama birçok cevabı birden isteyen sorumu soruverdim:

“Sen bana neden yalan söyledin?” Üzerimden büyük bir yükü atmış gibiydim. Nefes alışverişlerimi düzenlemeye çalışıyordum.

“Ben sana hiçbir zaman yalan söylemedim. Sen benim üzerime düşüncesizce yapmış olduğun kurguların sonucuna katlanmak zorunda kaldın; o kadar!” diye karşılık verdi. Sesi sert ve bir o kadar da kararlı idi.

“Benimle başladığın yolculuğu tek taraflı olarak bu sahilde bitirmeye kalkışmasaydın karşına çıkmayacaktım. Yan yana yolcuğumuz hep devam edecekti. Hem bu durumu, “Neden ben? Neden ben?” diyerek bana hiç sormadan hatta beni kahrederek bitirmeye çalışman beni iyice anlamsızlaştırmış olacaktı.” diye devam etti. Sesi gittikçe gürleşiyordu. Korkumdan onun söylediklerini anlayamıyordum.

Sustu. Belki de benim bir şeyler söylememi bekliyordu. Hâlbuki ben korkuyordum. Nasıl konuşabilirdim? Kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya devam etti ama bu sefer daha sakindi:

“Doğduğun günden beri hep beni takip ediyorsun. Sen büyüdükçe ve masumiyetini kaybettikçe ben de ilk zamanlar sana karşı takındığım merhamet duygularını yavaş yavaş kaybetmiştim. Hep sitem! Hep sitem! Hiç mi gülmedin? Hiç mi güzel şeyler yaşamadın?  Yüreğin senden büyük olmadıkça hiçbir yere sığamayacağını anlamaya çalışmalıydın. Oysa her şeyi kalbine sığdırmaya çabalıyordun. Aslında kalp yetmezliği böyle bir şeydi ama sen anlayamadın…”

Yavaş yavaş konuşuyor, âdeta kelimelere hayat veriyordu. Birçok kelimenin gözümün önünde canlanmasına şahit oluyordum. Sesini bazen yükseltiyor bazen de alçaltıyordu. Bütün kelimeler zihin boşluğumda yankılanıyor, bu durum başımın daha hızlı dönmesine sebep oluyordu. O konuşuyor, ben sadece ona bakıyordum. Lal olmuş dilim âdeta bedenime kelepçe olmuştu.

“Bir kere ben seni değil, sen beni sevdin; hem de hep benim seni seveceğim umuduyla yaşadın. Beni her şeyden daha çok sevmenden dolayı acıların katlanarak devam etti. Benim sevenim çoktu ama hepsi de karşılıksız kaldı; yıkıldılar ve hasretimden dolayı çok gözyaşı akıttılar. Sen kendin gibilerin birçoğunu hayatım diye sahiplendin de hiçbiri benim yerimi dolduramadı. Sol yanındaki boşluğun uçurumlarına yuvarlanıp gittin ama sesini benden başka duyan olmadı. Hep bir beklenti içerisindeydin. Oysaki bana anlam katacak olan sendin. Benim ne kadar da acımasız olduğumdan dem vurdular. ‘Hayat acımasızdır.’ diyen arkadaşlarını dinlemek yerine, beni neden sevdiğini anlamaya çalışsaydın daha az acı çeker ve daha çok mutlu olurdun. Bu sana son sözlerim, bırak peşimi!” 

Bu hitap şeklinden bir daha onunla hiç görüşemeyeceğimizi anlamıştım. Bana sırtını dönüp giderken her şey anlamını yitirmeye başlamıştı. Nefesim tıkanmış, iki büklüm olmuştum. Olduğum yerde dizlerimin üzerine düştüm. Çok yavaş hareket etmeme rağmen içinde bulunduğum durum çok hızlı gelişiyordu. Beni aşan bir durum vardı ve buna engel olamıyordum. O benden uzaklaştıkça içimden bir şeyler çekiliyordu. Onun acısı her şeyi bastırmaya yetmişti. Dizlerimin üzerinde yerden kalkmaya gücüm kalmamış bir hâlde, sağ elimi ona doğru uzatmak için son bir defa daha davrandım ama bunu başaramadım. Olduğum yere yığılıp kaldım.