Tuba Sina AYDIN
“What is this?
Was ist das?
Qu’est-ce que c’est?
Qué es esto?
Bu nedir?
Allah’ınızı severseniz BU NEDİR?”
Gecenin üçünde sıralamıştım bu Twit dizisini. Yanardağlarımın hesaplanamayan kilometreküplük lavlarını avuç içi kadar yazım karakterine bir güzel sıkıştırıp büzüştürmüştüm. Usanmadan, gözümden tek damla uykunun akmasına müsaade etmeden… Birçok insan: “Manyak mıdır nedir, gece gece lüzumsuz işlerle ne diye uğraşıp duruyo bu kadın?” diye sorgulamış olabilir. Ya da laf ebeliğinin altında dizi dizi sıraladığım görselleri inceledikten sonra, şu zamanda manyaklık emaresi sergilemenin gerekliliğini cüretkarlıkla gösterdiğim için takdir etmiş de olabilir. Her iki taraf da haklı. Zira şu zamanda sosyal medyada gecenin üçlerinde bir yerleri tırmalamaya çalışan, ciyaklarken kafasına terlik yiyen ne kadar insanoğlu varsa ya delidir ya da hakkaten delidir. Ülkede olan biten, yaşanan her şeyden sonra beyinlerin içinde dönüm dönüm mayın tarlası oluştuğu için birçok insanın bırakın beynini; organizmaları tümden patladı, bazılarının ise patladı patlayacak. Beyinlerinin patlamasına ramak kalanlar son kozlarını oynayıp megafonu kalplerinin eline verdiler. Dolayısıyla sosyal medya ciyak ciyak.
Hâl böyleyken, ben de çok farklı olamayacaktım sanırım. Beynim nöronlarına ayrılmadan o geç vakitlerde rulette kalbim, kalbimde megafon, megafonda “Bu nedir?” soruları vardı. Bunca soru soran twitlerin altına Manavgat’tan, Marmaris’ten ya da başka bir kıyı şehrinden resimler koymuştum. Yalnız kastettiğim görsellerle ilgili akıllara mavi denizin şezlongdan süzülen kokusu, yeşil iğne yapraklı, kozalaklı dokunuşlar, kıyısında şampanya patlatılan yakamozlar, selfilerden şıpır şıpır akan turkuazlar gelivermesin. Çay kaşığı şakırtısı, tavşan kanı höpürtüsüne bir son verilmeli artık; çünkü üzerimizden koskoca 2021 Ağustos’u geçti. O Ağustos, Marmaris, Fethiye, Manavgat vs.’nin görünmeyen yanardağlarından hepimize mağmalar içirdi. Lav kadehlerinin tokuşma seslerini duyurdu. Buldozer postunun altında kalbimizi, kemiğimizi kırarken; ejderha kılığıyla ağzından ateşler püskürdü. Hektarlarda nektar bırakmazken, ağaç dallarında elma ısıran kuşların gagalarından sarkan kurtlara dahi ‘maktul’ sıfatını verdi geçti. Ormanın yanı başında ocağı tüten çiftçinin, köylünün yüreğinde yağ bırakmazken ‘söndürülemeyiş’ kelimesinin sözlük anlamını köküne kadar bize öğretti. Bu kısımda yangın söndürme helikopterinin gelmeyişi sonrası, olmayan kanatlardan meleklik yapmaya çalışan yurdum insanının görüntüsünü gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Hatırlarsınız, hani şu sekiz-on tane iki buçuk litrelik şişelere musluktan su doldurup da sırtına yüklenenler vardı. Bir görüntüleri vardı, bir de hektarları söndürmeye mıhlanmış inançları. Bir fotoğraf vardı, yine görsellerimin arasında: Alevin kıyısında bir adam, yanan kuşun bedenini kendi yanık yüreğine yaslamıştı, ayakta sallanıyordu. Gören de kuşun ölmeden önce kalbinin adama verilmesini vasiyet ettiğini sanırdı. Bu yüzden miydi bilmem, adamın yüreği pır pırdı; dönüp duruyordu acıdan. 2021 Ağustos’u galiba bana kanatlanan yürekleri öğretmişti, bir de karalama defterime kocaman yürekli siyahlıklar çizmeyi. Bu kadar karamsar olmasak mı ki? Ne de olsa; ahırı, harmanı, kuzusu, koyunu yok olan köylüye bıraktığı bir iyilik de vardı: Tarla diplerinde yılın belli zamanlarında gürbüzleşip de köylüyü çapanla, tırmıkla saatlerce uğraştıran yabani otları bir güzel halletti, onları ceset cılızlığında bırakıp kaçtı.
İşte görsellerim böyle birbiri ardına sarı, turuncu ve en sonunda siyaha evirilen kömürümsü anılarla dolu. Kömür madeni görmüşleri bilirsiniz: Yüzleri de solukları da siyahtandır. Benim görsellerimin de beş duyu organına maden siyahı hakimdi. 2021 Ağustos’unun eli, ayağı birbirine dolanan bahtsız Anadolu’sunda; sanki masallardaki kötü kalpli cadının hazırladığı alevden bir büyü vardı. Bu büyü dizisine bir fon müziği eklemek istemiştim; daha çok beğeni, daha çok retweet almak istediğimden falan değil; lavlarımı artık daha fazla dizginleyemediğimden. Dilimde günlerdir Fazıl Say’ın ‘İnsan İnsan’ı dönüp duruyordu. Bayağı bir uğraştım, twitlerimin arka fonuna koyabilmek için; ama maalesef bu teknolojik işleri beceremedim. “Keşke” dedim, “teknoloji de yağmalansaydı.” Hani binlerce hayvan son nefeslerinde itaatkâr bir son bakış bırakmıştı ya, teknolojinin bana itaatkarlığı için acaba onun da katlini mi istemem gerekirdi? Hatta şu da aklıma gelmişti; hektarlar yerlerine dikilecek muazzam binalara böylece itaat ettiğinde amel defterleri sağdan verilenlerden mi olacaktı? Bu sorular tıpkı bendeki lavlar gibi büyüdükçe büyümüştü.
Bu twit dizisi kaç kişiye ulaşır, kaç ‘beğen’ tuşunun muhatabı olurdu onu bilmezdim de “İyi ki anacığımın bu sosyal medya işlerine aklı pek yatkın değil” diye şükrediyordum. Zira Manavgat tarafları onun çocukluğunun geçtiği yerlerdi. Gündemi meşgul eden tüm bu akıl almaz fotoğrafların çekildiği yerler onun bir zamanlar naylondan köy pabuçlarıyla davar güttüğü kızılçam aralarıydı. Elli sene öncesinin tazecik bedeninde pamuklu basma şalvarlarına yapışıp kalmış pıtrakları yolduğu upuzun dağ koridorlarıydı. Amca kızlarıyla kıkırdadıkları sırada yan taraflarında bekleşen davarlarını tümüyle akıllarından çıkardıkları stabil piknik yerleriydi. Komşu köyün oğlanları çamların gövdelerine annemgilin isimlerini kalplerle kazıdıklarında: “Elalem duyar da laf söz olur” korkularını yaşadıkları üç dört dönümlük mekanlardı. Bir karaçam gölgesinde ayaklarını uzatıp ‘Fotoroman’ okumalarını; Ses dergisindeki ışıltılara bakıp “Tarık Akan mı yakışıklı, Cüneyt Arkın mı?” iddilarına kendilerini kaptırmalarını gözümün önüne getiriyorum da pek bir hoşuma gidiyor. Annemin bu tarz paspas altına süpürdüğü anılardan bazılarına eski aile albümlerinde rastlamıştım. Yeşilin kucağına serili köy yaşantılarının tepelerden çekilmiş siyah beyaz karelerini çocukluğumdan beri defalarca elimde döndürüp durmayı adet edinmiştim. 1971, 1973… Keşke o fotoğrafları da twitlerime ekleyebilseydim. Ekrana aynı mekanların 1971 halini bir de 2021 halini yan yana yapıştırıp altına da “Yorumsuz” yazmak ve gelen binlerce yorumu hayretle, hüzünle, üşenmeden okumak isterdim.
Bu twitleri okuyan herkesi yakamozlu, şampanyalı, kahkaha kampanyalı kıyılardan alıp ceset yığınının beni öğürten kıyılarına götürmek istemiştim. Ne bileyim belki beğenildi, belki de takip listesinden çoktan silindim. Ancak hayatta her şey havai fişekten dağılan renk cümbüşünün altında “Beni LİKE’layın, beni FAV’layın!” demek değil ya. İnsanlar benim için ister “Marjinallik taslıyo”, isterse “sosyal medyada bir sürü geri zekâlı her geçen gün artıyo” desinler. İyi de ne yapabilirim ki? Sonuçta, beynim mayın tarlasıyla döşeliyken tüm komuta kademesini eline alan bir kalbin hükmü altındayım. İçimdeki lavlar öyle büyüdü ki fırlatmazsam olmaz. Beğenen olursa FAV’lar, yok hoşa gitmediyse üzerime yürüyüp havlar. N’apıyım yani, ne diyeyim şimdi?
2021 Ağustos’unu öyle ya da böyle bitirdik. Yangın haberlerine ayrılan süre de sona erdi. Televizyonları yepyeni gündemler doldurdu. O dönemde sosyal medyadan yardım çağrısında bulunan ünlüler, hesaplarını kaldıkları yerden şezlong dokunuşlu görüntülerle bezedi. O günlerden bu yana dünyada bilmem kaç yüz kadın, kadın sığınma evlerine başvuru yaptı, bilmem kaç yüz tane sahipsiz bebek cesedi çöp konteynırlarından toplandı. Bu arada bilmem kaç tane ünlü isim ceset kokan topraklardan yükselecek olan dev konutlara vadeli satış için göz kırptı. Siyasetten gelen kokular ceset kokularına rahmet okuttu. Bunun yanında pandemiyi, hastalıkları diyecek olursanız alıp başını gitti. Bizler QR kodda utanmadan, arlanmadan hâlâ ‘insan’ diye kendimizi okutuyoruz değil mi? O zaman barkodlarımıza Allah uzun ömür versin, çakmalarımızın piyasaya sürülmesinden muhafaza etsin. Sahteliğe bu kadar benzerken yoksa nasıl ayırt edilebiliriz ki?