İyi hatırlıyorum; havalandırılması, naftalinler ve lavantalar konulması ve bazen de bir şeyler gösterilmesi için açılan sandıklar vardı evimizde. Bize hep mahrem sayılırdı çünkü o, biraz da kırkıncı odası idi ablamın, kız kardeşimin veya annemin. O sandıklar, bir süs eşyası değildi ve bu sebeple olsa gerek, salondan ziyade yatak odasında bulunurdu. 

Zamanı geldiğinde heyecanları yüz ve yüreklerinden belli olan annem ve kız kardeşlerim, ihtimamla sandık açma törenini icra ederlerdi. İlkin dantelli beyaz örtüsü, besmele ile açılarak katlanırdı. Ben de yanlarına sokulur ve acaba bana da şöyle en kalitelisinden bir mendil veya bir çift çorap düşer mi diye o tören havasına hemen intibak ederdim.

Annemin genç kız iken ellerinden dökülen emekleri ve gözlerinden süzülen nurları ile ördüğü, satın aldığı veya kendisine hediye edilen çeyizliklerle doldurup daha sonra da kızları için kullandığı sandığın, bizim ailemizin her ferdinde ayrı ve dokunulmaz bir yeri vardı. Özenle yıkanıp ütülendikten sonra boy boy sıraya konulmuş, kendilerine has kokuları olan, güzel bohçalara sarılmış ve başlanılacak yeni bir hayata hazırlanmanın, ümidin, heyecanın, temizliğin, saflığın, güzelliğin depolanıp taşındığı ve yeni mekânında da aynı vazifeyi kendisine ayrılan yerde devam ettirecek mutluluk kutularıydı onlar. Zarif insanların, beraberlerinde götürdükleri yadigârlarıydı. Sandıkların da gelin edalı bir duruşları vardı.

Nostalji, zaman zaman dinlenmek için gidilmesi gereken, geçmişteki hatıra ve istirahat odalarıdır; bu sağlık için iyidir, uzun süre veya devamlı kalmamak kaydıyla.

Toplumda da böyle insanlar vardır yani sandık insanlar. Her şeyden önce varlıkları kendiliğinden bir çekim alanı oluşturur onların. “Ben buradayım ve içimde kıymetli şeyler, hazineler var!” diyen bir duruşları vardır. Bu, hakikatin rengini fark eden gözler için o kadar da zor değildir ve ancak kör olanlar göremez bu hâli. 

Onlar, toplumumuzun kırkıncı odalarıdır. Genişliğimiz, birikimimiz ve zenginliğimizdir. Bizden sonraki zaman dilimine taşıdığımız emanetimizdir onlar. Bize emanet olanlar da vardır aralarında, bizim emanet ettiğimiz sandık insanlarımızla birlikte. 

Bazısının içinde şiir bulursunuz; şiir sandığıdır onlar… Kapağını açtığınızda büyüleyici bir atmosferle karşılaşırsınız. Bazen isyanın tam ortasında bulursunuz kendinizi; bir çığlık olup feryat ederler. Bazen hüzün olurlar, sararıp solarsınız ve “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın.” dizesi birden dilinize dolaşıverir. Bazen bir kahramansınızdır, “El-muzaffer daima!” dersiniz. Bazen irkilirsiniz çünkü şair, “Korkadurun ölümden, cümle doğan ölmüştür.” gibi yıldırım bir cümleyle karşınıza dikilivermiştir. Orada bazen “Her ölüm erken ölümdür.” diyen bir fısıltıyla karşılaşırsınız bazen de “Güneşin doğduğu her gün yeni bir destandır.” cümlesiyle irkilirsiniz. Şairin kelimeleri, bir anda sizi kâh hüznün derin kuyularına çeker kâh bir çığlık gibi haykırır. Mehmet Akif’in cesareti, Yahya Kemal’in zarafeti ya da Necip Fazıl’ın derin sezgisi gibi bu sandıkların kapağını açmak, sizi farklı duyguların içine çeker. Kendi ruhunuzun gizli köşelerine doğru yolculuğa çıkarsınız.

Bazısının kapağını açmadan daha, aşkı duyumsarsınız; “Kalbin yanıp tutuşmaları, hep aşk ve aşkın hâllerindendir.” dersiniz. İçlerinden Yahya Kemal’in Celile Hanım’a duyduğu derin aşkın izleri taşar ya da Leyla ile Mecnun’un efsaneleşmiş hikâyesini sezersiniz. Sizi çağıran o yanık koku, yalnızca sevdaya düşenlerin tanıyabileceği bir izdir. Bazen orada, açmaya kıyamadığınız ince bir mendilin üzerinde, ilk aşkınızın adını yazılı bulacak gibi hissedersiniz. Onlar, aşkın her rengini saklayan, yanık gönüllerin sandıklarıdır.

Bazılarını kendinize çok yakın, bazılarını alabildiğince uzak hissedersiniz. Bazılarının sade görünüşü aldatabilir, açınca kapağını “Defineye malik viraneler var!” dedirtirler; başınız döner. Virane gibi duran bir sandığın içinden, Yunus Emre’nin sade ama sarsıcı hikmetleri ya da Hacı Bektaş Veli’nin derin felsefesi dökülür. Siz, tam bir şey bulamayacağınızı sanırken, sandığın içinden tarih kokan yazmalar, kadim geleneklerin izleri ya da unutulmuş türküler yükselir. Bu sandıklar, size her zaman bir derinliğin var olduğunu hatırlatır.

Bazı sandıkların bir sözü, günlerce dilinizden düşmez. O söz, âdeta bir tutanak gibi hayatınıza kazınır. Örneğin bir sandığın kapağını açtığınızda Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabip!” dizesi yankılanır. Ya da Pir Sultan Abdal’ın isyan dolu mısraları kulaklarınızı çınlatır. Kimi zaman bir Nasreddin Hoca fıkrası çıkar karşınıza ve gülmekle düşünmek arasında kalırsınız. O sözler, zamanın sınırlarını aşarak her dönemde kendine bir yer bulur.

Sandıkların çok çeşitleri vardır. Kimi felsefe sandığıdır, içinde Aristo’dan Farabî’ye kadar uzanan hikmet dolu sözler taşır. Kimi müzik sandığıdır, o kapağı kaldırdığınızda Itrî’nin segâh tekbirini ya da Neşet Ertaş’ın gönül telinizi titreten türkülerini duyar gibi olursunuz. Kimi ise tarih sandığıdır, içinden Şanlıurfa’daki Göbeklitepe’nin taşları kadar eski izler ya da Çanakkale’nin kınalı kuzularını anlatan hikâyeler çıkar. Her bir sandık, farklı bir dünya, farklı bir derinlik sunar.

Bize düşen, toprağa emanet edilenlerle hâlâ aramızda olan sandık insanları keşfetmek ve onlardan öğrenmektir. Kimi Nazım Hikmet gibi yüreğini insanlık için açar kimi Karacaoğlan gibi dağları ve taşları şiire katar. Hâlen bir köşede unutulmuş bir hatırayı fısıldayan sandıklar ya da bilgeliğiyle yol gösteren insanlar var. Bu sandıkların kapağını aralamak, içindekileri anlamak ve aktarmak bizim görevimizdir. Zira onlar, yalnızca bir geçmişi değil, aynı zamanda geleceği taşır. Sandık insanlar, bize köklerimizi ve dallarımızı hatırlatan birer köprü, yeni hayatlara uzanan yoldaki emanetlerimizdir.