Dördüncü kattaki balkonundan oğluna avazı çıktığı kadar bağırdı: 

– Taner! Taneer!

Apartman sakinleri için hatta bu sesin ulaştığı bitişik diğer apartman sakinleri için bu ses oldukça tanıdıktı: Ayten! Otuzunu geçeli daha birkaç yıl olmuştu Ayten’in. Ev hanımlığına talim etmekten şikâyet eder bir yanı gözükmüyordu. Biraz kilolu olsa da ziyanı yoktu. Sabahları kadın programlarında arzıendam eden diyetisyenleri dinlerken kendine biraz kızar, program bitiminde soluğu yine mutfağında alırdı. Öğleye doğru her gün biraz daha uzayan telefon görüşmeleri başlardı. İki günde bir mutlaka önce annesini arardı. Sonra sırayla yakın arkadaşlarını… Hayır, hayır! Kendini öyle çenesi düşük biri saymazdı! Havadan sudan başlayan bu görüşmeler kilo problemi, sağlık sorunları, geçim derdi ve tabii magazin programlarındaki dedikodularla devam ederdi. 

Komşuluk ilişkileri de fena sayılmazdı. Ama onlara ulaşmak ne mümkün! Bazı komşuları onun kapılarını çalacağı saati ezberlediğinden, kalkıp kapıya bakma zahmetine bile katlanmazlardı. Bazı komşuları ise –Selin ve Saliha Hanımlar gibi- kapıları çalındığında, eğer televizyon açıksa telaşla sesini kısar, kapı deliğinden Ayten’i görünce parmak uçlarına basa basa gerisin geriye televizyon başına dönerlerdi. Ayten bunları bilmez, anlamaz olur muydu hiç! Madem öyle… Markete, pazara, kasaba giderken apartmanda duyurmadık kimse bırakmazdı. İşte o zaman açılmayan kapılardan apartmanın karanlık koridorlarına başlar uzanır: “Aytenciğim! Nereye gidiyorsun? Sana zahmet olmazsa bana da şunları alsana.” diye başlayan cümleler bir bir sıralanırdı. Bugün de Ayten’in pazara gitmesi gerektiği günlerden biriydi. Zira mutfak tam takır kuru bakırdı. 

Mutfak balkonundan birkaç pazar poşeti alıp dış kapının kenarına bıraktı. Hızlıca kıyafetlerini değiştirdi. Cüzdanındaki parayı kontrol edecekti ki ancak birkaç öteberiye yetecek parası olduğunu anladı. Oysa kocası Servet’e akşam iki kez, pazar için para bırakmasını söylemişti. Sabah da uykulu hâlde yarım ağızla tekrar söylemişti ya da öyle sanıyordu. 

Servet’in yaşamı ondan farklı mıydı sanki! Hava aydınlanmadan evden çıkar, akşama kadar, bazen de gece yarılarına kadar dolmuşuyla insan taşırdı. Çok yorulurdu. Taşıdığı hayat yükü için de kendi kendisine ücret ödemesi gerektiğine inanırdı bazen. Bir yanda dolmuşun bitmek bilmeyen taksitleri ve evin geçimi diğer yanda yıllardır yakasını bırakmayan ülser. Hayat mücadelesi işte…

Ayten balkona çıkıp Taner’e tekrar baktı ama bu kez bağırmadı. Taner çoktan okuldan dönmüş olmalıydı. Taner’in eve geç dönmelerine de alışıktı. Hemen terliğini giyip pazar poşetlerini kaptığı gibi merdivenlerden inmeye başladı. Taner’i sokakta bulacağını umuyordu. İki kat aşağı indiğinde 4 numaralı daire kapısı açıldı: Nermin! 

– Aytenciğim! (Ayten’in elindeki poşetlere bakarak) Pazara mı gidiyorsun? Canım bana da bir iki şey alabilir misin? 

Nermin Hanım, Ayten’in cevabını beklemeden bir koşu içeriden biraz para ile birkaç poşeti onun eline tutuşturdu. Ayten, komşusuna söylene söylene merdivenlerden indi. Apartmanın kapısından tam çıkacakken bu kez de yöneticiyle karşılaştı. Ayten, yöneticinin Taner’in apartmanda yaptığı yaramazlıklardan, ödemedikleri son iki aylık aidat borcundan, yüksek sesle televizyon izlediklerinden bahsedeceğini tahmin ettiği için ona selam bile vermeden hızlıca sokağa çıktı. Sokaktaki birkaç çocuğa Taner’i sordu. Onlar bilmediklerini söyleyince aşağı sokağa doğru yürüdü. 

Taner o sırada iş başındaydı. Okuldan çıktıktan sonra sınıf arkadaşı Selim’le birkaç gündür gördükleri kara kedinin peşine düşmüşlerdi. Aslında kara kedinin peşinde olan Taner’di. Selim’i de kendi yaramazlıklarına alet eden yine o idi.  Mahalleli artık bu ikiliden yılmıştı. Zillere basıp kaçmalar, sokağın ortasına koydukları tuğla içinde torpil patlatmalar, posta kutusundaki zarfları yırtmalar ve daha pek çok şey… Anneler kendi çocuklarına bu iki yaramazı örnek almamaları için türlü türlü – bazıları da hiç yaşanmamış– kötü şeyler anlatır ve çocuklarını korkuturlardı. Haksız da sayılmazlardı! 

Taner duvarın arkasına gizlenmiş, kocaman mavi çöp bidonunu didikleyen kara kediyi gözüne kestirmişti. Selim’e yerinde kalması için bir işaret yaptı. Kara kedi son kez etrafını kontrol ederek çöpe doğru eğildi. Taner elindeki taşı kediye nişan alıp tam fırlatacağı sırada aniden bir el onun kulağını mengene gibi kıstırdı. Taner biraz sızlandı mızlandı. Elindeki birkaç taşı cebine attı. Şaşkınlıkla gülme arası bir yüz ifadesiyle Selim’e göz kırptı. Çantasını kaptığı gibi annesiyle pazarın yolunu tuttular. Ancak Taner’in aklı hâlâ kara kedide kalmıştı. 

Annesi Taner’in ders durumunu biraz bildiği için hiç sormadı bile. Onun aklında bu sabah kadın programında şefin yaptığı patlıcan kapama vardı. Şefin patlıcan kapama için verdiği malzeme listesini bir çırpıda ezberleyivermişti. Ah, şu Nermin’in de siparişleri olmasaydı pazarı aşağıdan yukarıya, soldan sağa kare bulmaca çözer gibi baştan sona turlamaz mıydı? “Aman olsun canım!” der gibi elini boşluğa doğru salladı. Nermin’in siparişlerini pazarcılarla hiç pazarlık bile yapmadan hızlıca satın aldı. Bir yandan da patlıcan sergilerini gözlüyordu. Nihayet parlak, taze, dolgun patlıcanların olduğu bir serginin önünde durdu. Az önce Nermin’e alışveriş yapan “Bonkör Ayten” gitmiş, patlıcan satıcısıyla sıkı pazarlığa giren “Tutumlu Ayten” gelmişti sanki. Karşısındaki, tok satıcı çıkmıştı. Aşağı gitti, yukarı gitti, döndü tekrar geldi ama nafile. Ayten bu patlıcanlardan almayı kafasına takmıştı bir kere. Derin derin nefes aldı. Biraz sakinleşmek ve biraz da zaman geçirmek için kocası Servet’i aradı. Dolmuştan telefona doğru ağır arabesk şarkıyla beraber dolmuşun içinde sıkışan pis hava boşalmıştı âdeta. Servet’ten: “Hayatım, akşama ne yemek yapacaksın?” sorusunu beklemese de hâl hatır bile sormadan “Su faturasını ödedin mi?” sorusunu da hiç beklemiyordu. Ayten bu durumda daha bir çıldırdı. Kocasına telefonda bağırırken kendisine garip garip bakanları hiç fark etmedi. Patlıcandan sonra almayı düşündüğü Ayaş domatesi gibi kıpkırmızı kesilmişti. Kocasına verdi veriştirdiyse de konuyu bir şekilde akşama yapmayı düşündüğü patlıcan kapamaya getirmeyi başardı. Eve doğru dürüst para bırakmadığını araya sıkıştırarak patlıcan pahalılığından dert yandı. Az önce kendisine indirim yapmayan patlıcan sergisine usulca yanaştı. Patlıcan satıcısıyla göz göze geldiler. Patlıcan satıcısına ters ters bakarak kocasına: “Kör olasıca fiyatı hiç kırmıyor ki!” diye yakındı. 

Servet bir ara Taner’i sorunca saatlerdir oğlunun varlığından habersiz olan Ayten bir anda irkildi. Taner o sırada yine fırıldak peşindeydi. Arkadaşı Selim’le okul çıkışında köşeye sıkıştırdıkları kara kediyi pazarda görünce zevkten dört köşe olmuştu. Annesiyle pazara girdiğinden beri kedi göz takibindeydi. Okul çıkışı annesi yetişmeseydi kediyi oraya mıhlayacaktı. Şimdi ise tam sırasıydı. Birkaç olumsuz denemeden sonra kedi çok yakınına kadar geldi ve koşarak patlıcan sergisinin altına girdi. Kafasını çıkarıp gelip geçenleri seyrediyordu. Taner cebindeki en büyük taşı sağ eliyle iyice kavradı. Kedi serginin altından çıkmak için önce bir hamle yaptı. Sonra geri döndü. Taner derin bir nefes alarak kediyi nişanladı. Tüm gücüyle taşı kediye fırlattı. 

…………………………………………..

Taş, kediyi ıskalayıp serginin köşesinden sekerek patlıcan satıcısının sol gözüne isabet etti. Satıcı ne olduğunu bile anlayamadan, hafif kan sızan gözünü tutmaya ve acıyla bağırmaya başladı. Ayten tüm bu olup bitenleri yavaşlatılmış çekimle izliyor gibiydi. Gözleriyle ağzı açık öylece kalakaldı. Hemen Taner’in kolundan tuttuğu gibi hızlıca yürümeye başladı. Bir yandan da kıs kıs gülmekten kendini alamadı. Telefonun ucundaki Servet’in son cümlesini yarım yamalak duydu: “Patlıcana fazla acı katma ha! Biliyorsun ülserim.”