Sıcak bir yaz günüydü. Güneş, her ne kadar yakıcı olsa da gölgede çok rahatsız etmiyordu. Her yıl olduğu gibi yaz tatilini yine ikiye bölmüş, yarısını babamın köyünde geçirdikten sonra diğer yarısı için anneannemlere gelmiştik. Nadir olarak bu sıra değişse de yaz tatillerimiz hep böyle olurdu. Bu tatilin bende açacağı derin yaranın yıllar sonra bile kalbimde bir sızı olarak kalacağından henüz haberim yoktu. Öğrenmek içinse çok beklemem gerekmeyecekti.
Köyde geçen 15 gün, benim için tam bir işkenceye dönerdi. Konak gibi evde, oynayacak ne bir arkadaş ne de oyuncak vardı. Neredeyse tek eğlencemiz küçük kardeşimle salonun Ankara-Eskişehir yoluna bakan sedirine oturup araba saymaca oynamaktı. 50’ye ilk ulaşan kazanırdı ve bu genellikle hep ben olurdum. Hâlâ öyle mi, bilmiyorum ama Eskişehir’den Ankara’ya giden araba sayısı hep daha fazlaydı; belki de insanların Ankara’da daha çok işi olduğundandı bu. Bunu erken fark etmem oynarken hep işime geldi.
Köyden anneannemlere gitme vakti geldiğinde içim içime sığmaz, sevinçle dolup taşardım. Orada beni hasretle beklediğine inandığım ve benden sadece üç yaş büyük dayım vardı. O yanımdayken canım hiç sıkılmazdı. Beni gezdirir, kuş avına çıkarır, benimle oynar, durmadan ilginç hikâyeler anlatırdı. Üstelik garip olduğu gibi bir o kadar da eğlenceli arkadaşları vardı. Yalnız onunla takılabilmemin tek şartı arkadaşlarının yanında ona “dayı” dememekti. Aramızdaki yaş farkından biraz utandığından ona hep “abi” dememi isterdi. Ben de ilk günler biraz zorlansam da sonraları abi demeye alışırdım.
O yaz kardeşimle sünnetim yapılmış ve babama göre artık koca adam olmuştum. Bu adamlığın belirtisi olarak babam bana bir kol saati almıştı ama ne kol saati! Pırıl pırıl parlayan çelik kordonu, içinde işlemeli yeşil taşları, o günlerde pek çok saatte olmayan gün göstergesi ve yanda duran kocaman kurma koluyla “Nacar” marka bir saatti bu. O zamanlar benim yaşımda bir çocuğun kol saati olması sıra dışı bir olaydı.
Babam saati almıştı almasına fakat ben saatin nasıl okunduğunu bilmiyordum. Elbette üzerindeki sayılara aşinaydım ama “Saat kaçı kaç geçiyor?” ya da “Kaça kaç var?” gibi sorulara cevap vermek henüz bildiğim şeyler değildi. O yüzden babam hızlı bir kurs ve birkaç ufak müşfik tokadın da yardımıyla saati nasıl kullanacağımı hemen öğretmişti. Artık zamanlı zamansız kasıla kasıla bileğime takılı o hazineye bakıyor, insanlar merak etmesinler, bir an önce öğrensinler diye de bir nevi amme hizmeti olarak bağıra çağıra saatin kaç olduğunu söylüyordum.
Saatim, dayım ve ben ayrılmaz bir üçlü olmuştuk. Ne zaman gezmeye çıksak dayım benden saatimi rica ediyor ben de kırmayıp veriyordum. Arkadaşlarına saati gösteriyor, ballandıra ballandıra hiç olmayan ya da benim de bilmediğim özelliklerini anlatıyor, fiyatını soranlara ise her geçen gün değişip artan rakamlar söylüyordu. Bu arada sırf havalı görünmek adına saati sağ koluna takması da ayrı bir olaydı. Bugün bile saatimi sağ koluma takma sebebim odur. Saatimle arkadaşlarına hava atan dayıma asla bir şey söylemiyordum. Biliyordum ki o benimdi ve şunun şurasında eve gitmeye bir hafta kalmıştı. Zaten ondan sonra da saat hep benim kolumu süsleyecekti. Varsın biraz da hevesini o alsındı. Hem onun gözlerinde ışıltılarla saatimden bahsedip anlatması beni de mutlu ediyordu ama bu mutluluk çok uzun sürmeyecekti.
Anneannemin evi aslında ev demeye bin şahit isteyen, iki küçük odalı, odaların ortasında küçücük bir mutfaktan ibaret, toprak damından aşağı tozlar düşmesin diye tavanı muşamba kaplı, oldukça köhne bir evdi. Ayrı bir banyosu yoktu; odanın birinde çocukken benim hep ürkütücü bulup hakkında kafamda türlü türlü korku hikâyeleri uydurduğum duvara gömülü, hamamlık denilen bir bölümü vardı o kadar. Gerçi yazın hamamlık kullanılmazdı. Genellikle tam bir şenlik havasında, erkek ve kadınlar ayrı günlerde olmak üzere sabahın köründe hamama gidilirdi. Bu eve iki yetişkin ve beş çocuk nasıl sığmış, nasıl büyüyüp yaşamış? Bu, benim için hâlâ gizemini koruyan bir muammadır.
Evi çevreleyen bahçeye gelince; ortasında kocaman bir dut ağacı, dut ağacının hemen altında maydanoz ve nanelerle kaplı bir küçük alan, yine duvara gömülü ama kullanılmayan bir ocak, ocağın yanında da üstünde çamaşır yıkanan ve “don taşı” denilen kocaman bir kaya parçası vardı. Çamaşır günü geldi mi “don taşı” hep ıslak olur, üzerine yayılan çamaşırlar yıkandıktan sonra bir tokaçla dövülür ve yine üstünde kurumaya bırakılırdı. Diğer zamanlarda ise dayımla birlikte o koca taşı, bazen araba bazen gemi bazen de at yapardık. O da çoğu zaman ne istesek o olur, olduğu şeye hiç itiraz etmez, çabucak role girip kabullenirdi.
Bahçenin sonundaki ana kapının hemen solunda ise büyüklerin ayakyolu dediği tuvalet bulunurdu. Biz çocuklar hava kararmadan önce son ihtiyaçlarımızı giderir, gece yarısı tekinsiz varlıkların dolaştığına inanılan zamanlarda tuvalete gitmemek için altımıza kaçırmak pahasına gün doğana kadar dişimizi sıkardık.
Bahçenin en önemli parçası ise evin hemen sağındaki kuyuydu. Kuyu, su tesisatı olmadığı için evin en önemli parçasıydı. Suyu acı olduğu için içilmez ama diğer her türlü ihtiyaç için kullanılırdı. Bulaşıklar onun suyuyla yıkanır, sıcak havalarda koşturmaktan terleyen çocuklar bahçede eski, mavi bir leğene oturtulup onun suyuyla banyo yaptırılır, bahçe onun suyuyla sulanırdı. Ayrıca temmuz sıcağında akşam yemeklerini yediğimiz asma yapraklarıyla gölgelenen çardağı serinletmek için yine kuyudan çekilen su kullanılırdı. İçme suyu ise mahalle çeşmesinden biz çocuklar tarafından her seferinde -oyunlarımız bölündüğü için- söylene söylene bidonlarla getirilirdi.
Yaklaşık on metre derinliğinde, üstü yuvarlak ve ağırca bir tahtayla kaplı, kalın bir zincire eski bir zeytinyağı tenekesi bağlı, kenarında da biz çocuklar için doyumsuz bir eğlence sunan yani salıncak olarak kullandığımız çıkrığıyla bu kuyu, evde dayımdan sonra sevdiğim en önemli şeydi; ta ki o uğursuz güne kadar.
Öğle sıcağı bozkırı kavururken dayımla ben de yeni su dökülüp serinletilmiş bahçede sırayla kuyunun çıkrığında sallanıyor, bir yandan da serinlik çökünce kuş avlamanın planlarını yapıyorduk. Annemin milyon defa çaresizce uyarmalarına rağmen kuyunun ağır kapağını kapatmaya üşenmiş, açık bırakmıştık.
Sallanma sırası bendeydi ve dayım yine garip hikâyelerinden birini anlatıp beni güldürmeye çalışıyordu. Ne olduysa olmuş, sallanma hızımı ayarlayamamış ve ayağım yere takılınca sendeleyip düşmüştüm. Düşerken korkunç ağzını beni yutmak için bekleyen bir dev gibi açmış kuyuya düşmemek için son bir çabayla kendimi kenara doğru atmış, bu sırada elimle de çıkrığa tutunmaya çalışmıştım.
İşte ne olduysa o sırada olmuş, saatim çıkrığın zincirine takılmış ve açılıp havada bir kuş gibi süzülmeye başlamıştı. Saat, ağır çekimde kuyuya doğru düşerken son bir hamleyle ayağımı uzatmış, bir profesyonel futbolcu gibi üst üste üç defa ayağımda saydırmıştım. Son bir hamleyle saati yakalamaya çalışıp içimden, “Şükür yırttık, saati kurtardık.” diye düşünürken elim tekrar çıkrığa takılınca güzelim saat, önce kuyunun tahta kapağına, oradan da yuvarlanarak sanki bana dil çıkarır gibi o uğursuz karanlığa doğru düşmüştü. Saat, kuyuya doğru ebedî yolculuğuna çıkarken son hamlemi yapmaya çalışsam da Allah’tan dayım beni yakalamış ve kuyuya saatle birlikte düşmekten kurtarmıştı.
Bugün bile o uğursuz “cup” sesi hâlâ kulaklarımdadır. Allah’tan kuyuya ben düşmemiştim. Herkesin tek tesellisi bu olmuş, bir daha çıkrıkta sallanmamız yasaklanmış, babamın arada bir yutkunmaları dışında saat zamanla unutulmuştu.
Her ne kadar dayım, kimse yokken zeytinyağı tenekesine girip kuyuya inerek saati alabileceğine beni ikna etmeye çalışsa da bu fikir, çocuk aklıma bile hemen yatmamıştı. Saat, kuyuya her teneke salladığımızda çelik kordonunun tüm parlaklığıyla bize göz kırpmış, sanki yeni yerinden memnun olduğunu hissettirmeye çalışmıştı. Aradan geçen bir iki yıldan sonra ise görünmez olmuş ve unutulup gitmişti. Anneannemin vefatından sonra da az bir paraya ev satılmış, kuyunun da saatin de akıbeti bilinmezliğe karışmıştı. Şimdi ne zaman saatimi sağ koluma taksam “Nacar” marka saatim ve o kuyu aklıma gelir, bir de pişmanlık… Zihnimde ise hep aynı soru: “Acaba dayıma kuyuya inmesi için izin mi verseydim?”
Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde sıcak ekmek gibi hikayeniz. Lezzetli, mis gibi…
Teşekkür ederim, güzel değerlendirmeniz için.
Gerçekten harika bir öykü. Kaleminize sağlık.