Birkaç ay moladan sonra kendimi, yine bir kitap tanıtımı üzerinde çalışırken buluyorum. Mekân olarak hafta sonu rutinlerinden biri olan ve bulabildiğim en sakin kafedeyim. Gerçi arka fonda avaz avaz bağıran Kolby Cooper’in “I can’t fly!” şarkısının beni ümitsizliğe sevk etmesine ve arka masada kahve bahanesiyle buluşan iki arkadaştan birinin Lehçe dilinde ne kadar stresli bir hafta geçirdiğinden dert yanmasına rağmen elimdeki kitap, sipariş ettiğim kış çayı ve kafenin camından izlemeye doyamadığım karın yağışıyla birlikte beni kendine meftun etmeye yeterli oldu. Bu ortamı size biraz olsa da yansıtmaya çalıştım ki siz de bu hava eşliğinde şimdi tanıştıracağım kitabın içinde kaybolabilesiniz ve de kendinizle bir o kadar dertleşebilesiniz.

Funda Uçuk Er dediğimde daha önceki paragrafta bahsettiğim kitabın “Derviş Kelamı” olduğunu tahmin etmeniz pek de zor olmayacaktır. Bu kitabı, -ne yalan söyleyeyim- kapağı dikkatimi çektiği için sipariş ettim. “Bir bakayım, nasıl bir şeymiş?” mantığıyla okumaya koyuldum. Açıkçası zamanlama harikaydı! Birkaç haftadır karamsarlığa büründüğüm anlarımın sonunda, kitabın ilk sayfalarında geçen şu cümleler, kalbime ilaç gibi geldi: “Dua ederken o duanın kabulünden hiç şüphemiz yokmuş gibi dua etmeliyiz.” diye geçiyordu. Bir taraftan duanın bendeki anlamını düşünmekle meşgul olurken diğer taraftan kitabın ilerleyen sayfalarına yöneldiğimde, alınan herhangi bir haberin bir noktada hayatımızı nasıl da alt üst edebildiğini veya bir o kadar da bizi dünyanın en mutlu insanı hâline getirebildiğini görecektim…  

Kitabı okurken sayısızca yolculukların olumlu ve olumsuz yanlarını, beraberinde getirdikleri sevinçleri ve hayal kırıklıklarını, senelerce küskün geçen ilişkileri, saklanan kutuları, içindeki hatıraları ve en önemlisi kayıt cihazındaki sesi yani bir “Derviş Kelamı”nı bulacaksınız.

Romanın akışında, olgunluk kavramının, ana karakterlerin birinde nasıl işlendiğine şahit olacaksınız. Tüm sevdiklerinin onu ölü sandığı bir hayatta yaşamak uğruna verdiği mücadeleler karşısında kazandığı o olgunluk vasfını hem okuyacak hem hissedecek hem de bol bol üzerinde düşüneceksiniz. 

Yeri gelecek, romanın bazı sayfalarında kendi çocukluğunuza doğru yolculuğa çıkacaksınız. O çocuk ruhunuzla etrafınızdaki olayları, kendinizden bildiğiniz anları aklınıza getireceksiniz. Devamında evinizden taşınırken küçük yaşınıza rağmen biriktirdiğiniz onca hatıraları ve onlara veda etmek zorunda kalışınızı da hatırlayacaksınız.

Kitabın üzerinde durduğu başka bir kavram da “sevgi”dir. Yazarın, “Bazen insan yok sayarak öldürür sevdiğini, duymazdan gelerek kahreder.’’cümlesinde belirttiği gibi insan, yeri geldiğinde sevdiği için sevdiğinden vazgeçmek zorunda kalır. 

Romanın doğal seyrinde, üzerinde durduğu başka kavram ise “teslimiyet”tir. Yazar, ana karakterlerden Ali’nin, bazı şeyleri akışına bırakana kadar çektiği sıkıntıları ve akışta kaldığında ise imkânsız sandığı ikinci baharı yaşamasıyla bu kavramı bize aktarır.

Hayat yolculuğunda taşıdığımız valizler hep kıyafet dolu olmaz ya hani… Zaman gelir kıyafet yerine valiz dolu “bolca hasret” taşırız beraberimizde. Bu eserde, ara ara hasretin ağırlığında yeşermenin ne anlama geldiğini göreceksiniz. Sonra da kendi hayatınızın hasretli sayfalarını yâd ettiğinizin farkına varacaksınız.

Son olarak yazar,  Cengiz Aytmatov’a ait olan; “Bizim için değerli anılar taşıyan yerlerde ayak izlerimiz niye silinir?” çarpıcı sorusunun derinliğini, eserinde okuyucularına aktarıyor. Bu yolculukların çoğunda kaybolurken “hoşça kal”a yetişemeyebileceğimizi gösteriyor bize. Kendi kalemiyle diyor ki: “Çünkü son ‘Hoşça kal!’ın hangisi olduğunu hiçbir vakit bilemeyiz.” 

“Hoşça kal!”lara yetişmek dileğiyle…

Şimdilik hoşça kalın!