Lavantayı ve o güzelim kokusunu sevmeyen var mıdır acaba? Ya içimizi çepeçevre sarıp sarmalayan göz alıcı rengine hayran olmayan… Hayran olup da hayatının renklerine moru, eflatunu katmayan var mıdır? Biraz daha ileri gitsem ve “Kendine ya da sevimli kız çocuğuna lavanta renginde giysiler alıp da onlarla uçsuz bucaksız bir lavanta tarlasında fotoğraf çektirenler parmak kaldırsın!” desem albümler yarışır mı?

İşin doğrusu lavantanın güzellerden güzel rengine ve hoş kokusuna hayran olmamak mümkün mü? Biraz düşündüğümde yukarıdaki seçeneklerin birçoğunda kendime bir yer bulabiliyorum desem, yanılmış olmam herhâlde. Pek çok amaca hizmet eden bu güzel çiçeği, zaman zaman evimizin asil bir misafiri gibi ağırlamak gerçekten harika bir duygu. Her şey bir kenara gardıroplarımızın mutena köşelerinde kurumuş lavanta yapraklarıyla göz göze gelip kendine özgü kokusunu içimize çekmek ve böylece ruhumuzu dinlendirip zihnimizi arındırmak ifadesi güç bir ödül gibi. Sadece o kadar değil tabii ki… Bunun yanı sıra giysilerimizi istenmeyen haşerattan korumak gibi faydalarıyla da dört mevsim göz doldurmaya kâfi nitelikte.

Aslında bu efsunlu bitkiyle, aklımıza hayalimize gelebilen her alanda karşılaşmak mümkün. Söz gelişi hafif olmak kaydıyla lavanta kokulu bir yastıkta sabahlamak fena fikir değil. O kadar çarpıcı bir fikir olmalı ki  onu “uyku” ile ilişkilendiren William Shakespeare; “Othello” adlı eserinde Desdemona karakterine, yastığını talep ettiği bir sahnede, “Lavanta kokulu yastığımı getirin.” dedirtmiş.

Dahası onun, sabundan şampuana, parfümden kreme kadar temizlik ve kozmetik ürünlerinde hayatımıza renk katan bir tutku olduğunu söyleriz. Söyleriz de bazen “Ah, ne kadar da ninemizin kokusu sinmişti bu mindere. O lavanta çiçeğiyle beyaz sabun kokusu!” deriz istemsizce. Lavanta bir koku değil yalnızca. Belki de ondan çok daha fazlası… 

“Laveandula” olarak bilinen bizim lavantamız aslında ılıman iklime sahip ülkelerin mor tacı. Dağ yamaçlarında, kıraç topraklarda, güneşin altında çok fazla ilgi beklemeden boy atıp gelişir bu tabiat güzelleri. Ayrıca Yunanistan’dan İtalya’ya, Fransa’dan İspanya’ya kadar pek çok ülkede yabani olarak da oldukça yaygın yaşam alanlarına sahip. Genelde çalı görünümünde, toplu başak biçiminde olup mor, mavi ve kırmızı çiçekler açan bir bitki. Şair ruhlu kimseler, lavanta tarlalarını boşuna uçsuz bucaksız bir denize benzetmemişler demek ki… 

Öğrendiğime göre yabanilerin bulunduğu bölgeler dışında Bulgaristan, İngiltere, ABD ve Kuzey Afrika ülkelerinde lavantanın kültürü de üretiliyormuş. Yaklaşık 500 metrede yetişen ve lavandula angustifolia diye bilinen İngiliz lavantası türünden, boyacılıkta kullanılan esans elde ediliyormuş. Batı Anadolu’nun maki bölgelerinde yetişen karabaş otundan yani lavandula stoechas çiçeklerinden de ağrı kesici, balgam söktürücü olarak yararlanılıyormuş. Bunlar gibi daha onlarca kullanım alanıyla hayatımıza hayat katan bir bitki lavanta.

Tarih boyunca insanların hayatına dokunmaya devam etmiş bu şifa kaynağı. Savaşlarda yaraları iyileştirmiş, salgınlarda hastalıklardan koruma görevini üstlenmiş. Esasen lavanta çiçeğinin en önemli maddesi renksiz veya hafif sarı renkli uçucu yağı imiş. Hakiki lavanta çiçeği en az %1 uçucu yağ içeriyormuş ve bunun da sağlık açısından pek çok faydaları varmış. Hatta bu uçucu yağı, I. Dünya Savaşı sırasında hastanelerde kullanılmış. 

Mutfak lavantası diye bilinen ve yemek yapımında en çok kullanılan türü ise genellikle İngiliz lavantası olup aromatik olarak da tatlı bir kokuya sahip. Baharat olarak kullanıldığı gibi makarnalarda, salatalarda, soslarda ve tatlılarda da güzel bir çeşni. Tomurcukları ve yeşillikleri da çaylara hoş aroma veren bir zenginlik kaynağı. Dahası biberiye ile kıyaslandığında tadının daha hafif olduğuna dikkat çekiliyor. Lavanta, 1600’lü yıllarda İngiltere’ye tanıtıldığında Kraliçe Elizabeth’in, masasındaki bir lavanta reçelini beğendiği söylenir. Bu nedenle lavanta, o zamanlar reçel olarak üretiliyor, aynı zamanda hem tıbbi olarak hem de tadı için çaylarda kullanılıyormuş. 

Kullanım alanlarından ve faydalarından söz ettiğimiz bu harika bitki ile ilgili ilginç anlatılar da var. Örneğin lavanta çiçeğinin mitolojik hikâyesinde Artemis’ten söz edilir. Artemis kutsal sayılan lavanta yağını, başından ayağına kadar sürer ve mis gibi kokarmış. Bundan başka Denizli Hierapolis Tiyatrosu’ndaki kabartmaların işlenmiş figürlerinde, genç kızların elinde lavanta buketleri yer alıyormuş. Başka bir anlatıya göre ise Roma İmparatorlarında lavanta çiçekleri sevgi, dostluk ve mutluluk sembolü olarak kullanılırmış. Bütün bu bilgilere vâkıf olunca lavantanın bir bitkiden çok daha fazlası olduğunu söylemek zor olmasa gerek. 

Bir evin her köşesine bu kadar yakışan, anlatılara konu olan lavanta ya edebiyatta nasıl durur? Şiirlere, hikâyelere, güzel sözlere yakışır mı acaba? Mektuplar lavanta kokar mı dersiniz? Bu denli zarif bir çiçek şiirlere hiç yakışmaz mı, mektuplar lavanta kokmaz mı? Mesela Edip Cansever; “Çoğullama” şiirinin kahramanı olan kadınların dilinden, “Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz…” dizesiyle lavantaya özel bir imge yüklemiş. Lavantanın, bir bahçenin ruhu olduğunu hissedenler, “Lavanta kokulu bir bahçede uyumak istiyorum.” demişler. Kim istemez ki? 

Bu minvalde bir dilek de Melih Cevdet Anday’ın dizelerinde kendine yer bulmuş:

“Bir misafirliğe gitsem

Bana temiz bir yatak yapsalar

Her şeyi, adımı bile unutup uyusam…

Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa” 

Jean-Christophe Grange’ın “Her duygu, onun için çarşafların arasına konulan küçük lavanta torbalarından biriydi sanki.” dediği gibi duyguların, uykuların, rüyaların kokusu mu ne bu mor güzeli?

Doğal olarak şairler lavantayı güzellik, saflık ve sevgi gibi kavramlarına yakın görmüşler. Cahit Sıtkı Tarancı, “Misafir” şiirinde lavantaya bu kavramları ne güzel yakıştırmış:

“Bir gece misafirim olsan yeter,

Dolar odama lavanta kokusu;

Soğur sevincinden sürahide su.

Ay pencerede durup durup güler.”

Lavanta için birçok duygunun tercümanı olduğunu söyledik ya… Ahmet Muhip Dranas da “Olvido” şiirinde, bir günün son saatlerindeki yalnızlık duygusuna karışan kederlerini, lavanta çiçeği kokusuyla bağdaştırmış: 

“Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Gün saltanatıyla gitti mi bir defa

Yalnızlığımızla doldurup her yeri

Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,

Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan

Lavanta çiçeği kokan kederleri;

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.”

Rasim Özdenören’in de “Balkondaki Fısıltı” hikâyesinde bir düşün hatta aşkın kokusunu resmeden şu ifadelerini okuyunca lavantanın edebiyatın her türüne ne kadar yakıştığını vurgulayabiliriz:  

“Düşümde bir şiir gördüm. Sendin. Saçların lavanta kokuyordu. Sendin…” 

Sonuç olarak lavanta bir çiçekten, bir renkten, bir kokudan daha ötesi aslında. Onun gönülleri mest eden rengiyle göz göze gelmek, mis gibi kokusuyla iç içe yaşamak, hasılı hayatın birçok anında varlığını hissetmek insana dair en güzel hislerden biri… Bu yazıya da belki nedensiz bir iç dökme, yazın en güzel renklerinden biriyle hâlleşme denebilir. Öylesine, sıradan, bir bahar havasında ve âdeta lavanta bahçesinde kaybolmuş hayaliyle…. Tıpkı Nazan Bekiroğlu’nun ifade ettiği gibi: “Öylesine işte, aniden, hiç sebep yokken, mor renkli lavantalara döktüm içimi, baharlar geldikçe ve baharlar geçtikçe.” Kim bilir böylece kendimizi yeniden keşfedebiliriz belki. Zaten lavanta, herkesin kendisini yeniden keşfetmesine ilham olan bir çiçek değil mi ki?