“Şu dağlar olmasaydı

        Çiçeği solmasaydı

        Ölüm Allah’ın emri

        Ayrılık olmasaydı”

  Ne güzel mânilerimiz var bizim! Bir solukta okuduğumuz, merakla dinlediğimiz ve dinlerken kendimizi binbir duygunun içinde bulduğumuz… Dahası hayatın içinden gelen, yaşanmışlıklarla iç içe olan, gelenek ve göreneklerimize pürüzsüz bir ayna tutan… Kısa, öz ve gösterişsiz.

Mâniyi, anonim halk edebiyatımızın en küçük nazım türü olarak biliyoruz. Genellikle dört dizeden oluşan bu şiir türümüzün kendine özgü nazım şekilleri mevcut. Başta aşk ve sevgi olmak üzere hemen hemen her konuda yazılabilen bu saf ve sempatik şiirlerimiz, yüzyıllar boyu toplumumuzun geniş kitleleri arasında kendine yer bulmuş. Neden yer bulmasın ki? Günümüze değin hayatın içinden ayrılık, gurbet, sevgi, sevinç ve üzüntü gibi o kadar çok konuda mâniler söylenmiş ki bu da onun hayatla ne kadar iç içe olduğunun en büyük göstergesi olmuş. 

“Topu topu dört dizelik bir şiire kocaman bir hayat, dolu dolu bir kültür nasıl sığar ki?” dediğinizi duyar gibiyim. O dört dizeye öyle yaşanmışlıklar sığdırılmış ki her biri kültürümüzün, gelenek ve göreneklerimizin âdeta katışıksız bir panoraması gibi. Ne kederler iki büklüm olmuş mâninin söz öbeklerinde, ne sevinçler boy göstermiş! Kimi zaman destanlık sevgiler dile gelmiş, kimi zaman da kaçınılmaz ayrılıklardan dem vurulmuş.

Hani şiir için denir ya: Az sözle çok şey anlatma sanatı. Aynen öyle de birkaç mısradan ve bir avuç sözcükten ibaret mânilerin içine öyle mana hazineleri yer almış ki hayran olmamak imkânsız! Üstelik hangi sebeple ve ne şekilde söylenirse söylensin kendine has etkisini anında gösterecek nitelikte. İster özlemlerle yoğrulmuş bir ananın diline pelesenk olsun ister bir tiyatro sahnesinde arzıendam etsin, fark etmez. Hele ki mütevazı köy meydanında yapılan bir atışmadaki ya da “Karagöz ile Hacivat” gösterisindeki cazibesine ne denir, bilemem.

Hayat, bir açıdan bakınca dönüm noktası diyebileceğimiz olayların gölgesinde akıp giderken, doğumdan ölüme uzanan bu hassas çizgide insanın başına neler gelmez ki… Çoğu zaman türlü türlü hislerle yoğrulur, nice güçlüklerin üstesinden gelmeye çalışır. Bazen gamları galebe çalar sevinçlerine bazen de sevinçleri zafer çığlıkları atar. Mutlu günleri, hüzünlerini tamamen unutturmaz. Hüzünlü zamanlarında da teselli kaynağı olan güzel anlarını yok sayamaz. Peki, bunca yükün altında ve yüreği dolup taştığında duygularını nasıl ifade etmek ister insan? Ayrılığın acısıyla nasıl başa çıkar?

 İşte mâni, bu ve benzeri soruların edebiyat ve duygu dünyasında en özlü ifade tarzı olarak karşımıza çıkıyor. Dünya üzerindeki pek çok halkın sözlü geleneğinde önemli bir yere sahip olan bu nazım türü, bizim edebiyatımızda ta Divanu Lügati’t-Türk’teki ilk dizelerden bu yana varlığını devam ettirmiş. Günümüzdeki mânilere benzeyen ilk şiirler ise Şeyyad Hamza’da görülmüş. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de mâni örneklerine rastlanmış. Özellikle 19. yüzyıldan sonra kaleme alınan kaynaklarda sıklıkla karşılaştığımız bir şiir türümüz olmuş.

Her ne kadar bugün örneklerine rastlasak da mânilerimizi daha ziyade geçmişimizle bütünleştiririz. Analarımızın ve ninelerimizin diline ne de çok yakıştırırız bu özlü nazımlarımızı. Âdeta kulaklarımızda çınlar durur kendilerine özgü ezgileriyle. Tıpkı yanık türküler ve ağıtlarda olduğu gibi. Her biri, “Söz değerimiz kadar müzik değerimiz de var.” dercesine: 

“Asker yolu beklerim

Kavuşmaktır dileğim

Günler geçmek bilmiyor

Hasretlikmiş kaderim.”

Hiç mâniler söylenir de yanaklardan iki damla yaş süzülmez mi? Elbette süzülür. Üstelik yerine ve zamanına aldırış etmeksizin. Söz gelimi askere bir oğul uğurlansın, evin eşiğinden telli duvaklı bir kız çıkarılsın ya da sevenlerin hasretleri doruğa çıksın. Hiç fark etmez. 

“Geline bak geline

Kına yakmış eline

Ne mutlu bu geline

Gidiyor sevdiğine”

Yukarıdaki mânide de olduğu gibi beş on sözcükte dile gelmiş hayat kareleridir mâniler. Biri sevginin ta kendisidir; bir diğeri sevinçtir, kederdir veyahut sevdiklerinden ayrı düşmektir. Hasılı hayata dair ne varsa mânilere de onlar yansımış:  

“A benim bahtiyarım,

Gönülde tahtı yârim,

Yüzünde göz izi var,

Sana kim baktı yârim.”

Mâni kelimesinin kökenine gelince, ne zaman ve nasıl oluştuğuna dair birçok görüş ortaya atılsa da kesin bir sonuca ulaşılamamış. Mesela Fuat Köprülü’ye göre kelime, manadan gelmiş. Onun bu görüşünü kabul edenler, Arapçadaki mana kelimesinin Farsçada mani şeklinde söylendiğini ve oradan da Türkçeye geçtiğini belirtmişler. Kelime, farklı şehirlerde hatta diğer Türk topluluklarında birbirine yakın olsa da değişik fonetik özelliklere sahip. Örneğin Aydın’da mana; Artvin ve Denizli’de mâna, deyiş, deyişleme; Kars’ta meni; Erzincan’da ficek; Doğu Karadeniz’de karşı-beri olarak söylenmiş. Hatta Şanlıurfa’da kadınların söylediği mânilere meani, erkeklerin söylediklerine ise hoyrat adı verilmiş.

Mâni sözcüğünün kökeni kadar çeşitleri de pek çok araştırmacının dikkatini çekmiş. Onu her ne kadar belli bir hece ölçüsünde ve uyak düzeninde yazılan, dört dizelik şiir türü olarak tanımlasak da mânicilerin böyle düz mâni ile yetinmeyip iki dize daha ekleyerek artık mânilere geçtikleri olmuş: 

“Ne viran çeşme imiş

Su içecek tası yok

Yıkıldı viran gönlüm

Yapacak ustası yok

Şu vefasız dünyanın

Ucu var ortası yok”

Mâniden bahsederken cinaslı mâni söyleme geleneğini de anımsayabiliriz. Eski dönemlerin İstanbul’unda cinaslı mânileri, doğaçlama olarak söyleyebilenler büyük itibar görürmüş. Cinaslı mâninin ortaya çıkış hikâyesi oldukça ilginç. Aktarılan olay, Haliç Köprüsü’nde geçmiş. İstanbul’un ünlü mânicilerinden Perişan Halil, mezbahaya bir dana götürürken köprünün üzerinde dana, bir çocuğu boynuzlamış. Bunu görenler, Halil’in ve danasının etrafında toplanmaya başlamışlar. Bu durumdan başını kurtarmak isteyen Perişan Halil, hemen elini kulağına götürmüş ve başlamış bir mâni okumaya:

“Adam aman…

Bu dana

Vurdu dana sübyana

Boynuzları budana

Çıktı artık gözümden

Sizin olsun bu dana” 

Mâniden söz edilir de hiç ramazan mânileri hatıra gelmez olur mu? Ramazan mânileri, davulcuların özellikle sahurda ve bayramın ilk gününde söylediği ezgilerdir. Osmanlı zamanından yakın geçmişimize kadar süregelen bu güzel geleneğimizde, davulcu bir yandan tokmağını davuluna vururken diğer yandan mâniler söyler ve mahalle sakinlerini sahura kaldırma görevini üstlenirdi. İşte o günlerden kalma bir mâni örneği: 

“Besmeleyle çıktık yola 

Selam verdik sağa sola 

Ramazanımız mübarek ola 

Kalbimiz nuruyla dola”

Bu kutsal görevi itina ile üstlenen bir davulcu için geçimine katkı sağlayan bahşişler de oldukça önem arz etmiş. O kadar ki birçok ramazan mânisinde bizzat dillendirilmiş: 

“Davulun içi pekmez

Çalarım fakat ötmez

Bir bahşiş vermezseniz

Davulcu buradan gitmez”

Bu mâniler, aşağıdaki örnekte de görüleceği üzere hem pek eğlenceli olması hem de toplumumuzun ramazan kültürünü aksettirmesi yönüyle paha biçilemez:

“Akşamdan pilavı pişirdim

Gene karnımı şişirdim

Çok mâni diyecektim ama

Defteri yolda düşürdüm”

Teknolojinin ve çeşitli alarmların hayatımıza girmesiyle birlikte unutulmaya yüz tutan bu sahur vakti mânileri, artık çocukluk anılarımız olarak çoktan yerini almış durumda. 

Şiirin çok fazla yön değiştirdiği günümüzde, geçmişimizin kültür izlerine ayna tutan mâniyi yeniden gün yüzüne çıkartmak mümkün mü dersiniz? Çoğu zaman doğaçlama olarak ortaya çıkan ve geçmişten gelen sayısız mânilerimizin yanı sıra aslında bugün de yenileri yazılabilir. Tıpkı aşağıdaki örnekte olduğu gibi:  

“Hacivat der Karagöz’üm 

Akşam yedim kuru üzüm

Ramazana kavuşunca  

Aydınlanır iki gözüm”

Böylece son derece sempatik ve okunabilir mânilerle düğün dernek, ramazan ve bayram gibi zengin kültür mirasına sahip olan zaman dilimlerine bir nebze de olsa renk katılabilir. Dilerseniz yazımızı, ramazan esintisinin yaşandığı şu günlere uygun olarak bir mâni örneğimizle sonlandıralım: 

“Davulcunun sesi nerde?

Deva idi birçok derde

Nice güzel anıların 

İzi kaldı derinlerde.”