Çeviri: Temur HABİBULLAYEV

“Vatan hakkında söze başlayacaksan, önce doğduğun evi ziyaret etmelisin.”

Tatildeydim. Aniden üniversitede çalışan felsefeci dostum aradı:  

—Bugün okulda açık ders olacak… Konusu, “vatan.” Öğrenciler seni davet ediyorlar. (Aslında bu kısmı gerçek değildi. Beni öğrenciler değil, dostum davet ediyordu.) Gitmemek için çeşitli bahaneler ileri sürmeme rağmen beni ikna etmeye çalıştı. “Yengen hâlâ işten dönmedi. İlkokul ikinci sınıfta okuyan kızıma bakıcılık yapıyorum.” desem de nafile… “Saat on birde. Gecikme! Kızını da getirebilirsin. Yazık değil mi bu kadar öğrenciyi bekletmek? Onlara ayıp olur.”

Madem öyle, peki. Kimseye ayıp olmasın. Kızımı arka koltuğa yerleştirdikten sonra arabayı çalıştırdım. Direksiyona geçip üniversiteye doğru yola çıktım.

Bizim evden üniversiteye daha kısa sürede ulaşmak için geniş caddeden sürerek, Karakamış Mahallesi’nin tam ortasına geldim. Kavşağa yaklaştığım sırada arkada oturan kızım omzuma dokunmaya başladı.

— Ne diyorsun? Dikkatimi dağıtıyorsun. Az sabırlı ol, dedim dikiz aynasına bakarak. 

— Baba, Babaa! Şuradaki kanala daha önce gelmiştik değil mi? Ağabeyim suya girmişti. Şura… Şuraya baksana. İlerde çocuk yuvası var. Ben o çocuk yuvasına gitmiştim değil mi? Baba, işte trafik ışıklarına yaklaştık. Şu ilerdeki binalar da devlet babanın evi. A, bak! Gülümse Market. Bizim evimiz de şuradaydı. Biz şu evde yaşadık değil mi? İşte, şu dördüncü kattaki, penceresi açık olan evde… Biz o evde yaşamıştık. Ben pencereden caddeye bakardım, değil mi? Baba, lütfen arabayı durdur, arabayı durdur!

Kızım ağlamaya başladı. Ne olduğunu tam anlamasam da yol kenarında boş bir yerde arabayı durdurdum. Bu sırada elim ayağım birbirine dolanıyor gibi hissettim. İçimden bir şey koptu sanki. Kızım arkamdan boynuma sarılmaya çalışarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. 

— Baba, arabadan inelim, tamam mı? Ne olur inelim! Arka kapıyı açtıktan sonra emniyet kemerini çözüp arabadan indi. Daha önce oturduğumuz apartmandan tarafa yürümeye başladı. Vücudum hafiften titrerken çaresizce kızımın ardından yürümeye başladım.

— Eski evimizin yanına gidelim baba.

— Peki kızım, tabii ki kızım!

Kızım elimden tutarak hızlı adımlarla yürüyordu. Yol kenarındaki dört katlı apartmana yaklaşıyorduk. Elim ayağım titriyordu. Bu minik kalpli, yumruk kadar kızcağızdaki heyecan, onun elindeki ılıklık benim damarlarıma da ulaşıyordu. Yüreğimde daha önce bilmediğim, hissetmediğim bir özlem duygusu alevleniyor, boğazıma kadar gelip orada birikiyordu.

Kendine has yaşam tarzı ile şehirde farklı bir yere sahip olan, çocuklarımın doğup büyüdüğü bu seçkin apartmandaki dairemizi satarak, dört sene önce, odası daha fazla olan başka bir ev satın almıştım. Sekiz yaşına daha yeni giren kızımın hafızasına o kadar yerleşebilen bu kutlu yer karşısında, şu an kendimi çok suçlu hissediyordum.

Kızım elimden tutup beni çekiştirircesine yürürken, ben de onun peşinden taş gibi sert bir hâlde yürüyordum. Sonunda apartmanın önüne geldik ve içeri girdik. Ben istemsizce kızımın ardından adımlıyordum. Hızlı bir şekilde merdivenlerden yukarıya çıkıyorduk. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Göğsüm hızla kalkıp iniyordu. Dördüncü kata çıktık. İşte, şu sol taraftaki kapı, 60 numara. Hâlâ o şekilde kalmış, hiç değiştirmemişler.

Samadil, minik parmaklarıyla sarı renkli kapıyı okşamaya başladı. Yavaşça dönerek yaşlı gözlerini bana dikerek kısık bir sesle sordu:

— Babacığım, içeriye girmeyecek miyiz? 

Sanki biri duymasın der gibi fısıldamıştı. Ben de usulca cevap verdim: 

    — Artık burada başka insanlar yaşıyor, kızım. 

Samadil off çekerek:

 — Peki baba! Hiç olmazsa merdivenlerde birazcık oturalım, dedi.

Oturduk. Sessizlik… Ama bu sessizliğin içindeki “çığlık” benim gönlümü eziyordu sanki. Biraz sonra kızım yavaşça ayağa kalkarak elimden çekip: 

— Baba, sen git. Ben sana yetişirim, dedi.

Çaresizce merdivenlerden aşağıya inmeye başladım. Omzumda ne olduğunu bilmediğim birşey beni eziyordu sanki. Üçüncü katta durdum ve arkama hafifçe dönüp kızımı takip etmeye başladım. Kızım dairenin kapısının yanındaki duvarları okşuyordu. Bir ara kapının önünde durdu, yavaşça öptü ve nihayet ardına dönerek merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Ben hızlı bir şekilde girişe ulaştıktan sonra kurşun gibi atılarak dışarı çıktım.

Arabaya bindik. Gözlerim nemliydi. Biraz kendimi toparladıktan sonra yolumuza devam ettik. Kızım arabanın arka camından apartmandan tarafa, eve el sallayarak kendince vedalaşıyordu.

Üniversiteye yaklaşmıştık ki cep telefonum çalmaya başladı. Filozof arkadaşım arıyordu.

— Nerede kaldın? Öğrenciler büyük bir sabırsızlıkla seni bekliyor. Senin şu geç kalma alışkanlığın yok mu! 

Cevabım biraz sertçe oldu: 

— Benim nereye gelmem gerekiyordu?

— Ya hu, senin aklın yerinde değil mi yoksa? Üniversiteye. Vatan hakkında söyleşi yapacaktın ya!

— Hayır, ben gelemem! Benim bu konu üzerinde konuşmam için daha çok hazır olmam, konuyu önce iyice özümsemem gerekmiş. Maalesef ben gelemeyeceğim, diyerek telefonu kapattım. 

Arabanın direksiyonunu o sırada ilk gördüğüm bir sokağa çevirdim. Cep telefonum tekrar çalmaya başladı. Filozof arkadaşım arıyordu:

— Hey, sen aklını mı kaçırdın? Şu an tam olarak nerdesin?

— Eve dönüyorum.

— Neden peki?

— Öğrencilerin karşısına geçip “vatan” hakkında öylesine konuşmamak için!

— Bu ne demek oluyor peki?

— Aslında anlaması kolay. Bir topluluğun önünde “vatan” hakkında konuşmadan önce, nerde doğduysan o doğup büyüdüğün evi, göbek bağından damlayan kan nereye düştüyse orayı ziyaret etmeyi, o ziyaretin anlamını kavrayabilmeyi, o evi kalbinin baş köşesinde taşımayı öğrenmek lazımmış.

— Nereden çıkarıyorsun bu kadar boş lafları?

— Bu dediklerimi hafife alma. Ben bunu bugün, az önce öğrendim.

Alaycı bir ses tonuyla sordu:

— Şimdi öğrendim mi diyorsun? Peki kimden öğrendin?

— Kızımdan! İlkokul ikinci sınıfta okuyan kızım öğretti!

— Vallahi, resmen delirmişsin. Bu gidişle, yakında gideceğin yer de belli gibi!

— Evet, belli. Şimdi doğrudan tren istasyonuna gideceğim. Bilet satın alacağım. Hava karardığında trene bineceğim. Kendi köyüm olan Möminkul’a gideceğim. Babamın evi, anamın kapısına başımı eğerek tazim edip bahçemizin her tarafına, avlumuzun her duvarına yüzümü süreceğim. Biliyor musun, neden? Çünkü yüreğimde bu zamana kadar uyanmayan bir şey uyandı sanki.

Dostum öfkeli ses tonuyla cevap verdi:

—Bırak bu saçmalıkları! Delirdin mi ne! Ben, seni bu zamana kadar gözümde büyütmüşüm meğer!

Telefonun diğer yanından gelen ses kesildi. Sonra köydeki erkek kardeşim Talı’yı arayıp bugün köye gelmek üzere yola çıkacağımı haber verdim.

— İyi düşünmüşsün, ağabey! En son, Samadil yürümeye başladığında gelmiştiniz! Şimdi iyice büyümüştür.

— Allah’a şükür, büyüyor. İlkokul ikinci sınıfa gidiyor. Şimdi yanımda, kendisiyle konuşabilirsin.

Arkaya baktığımda, Samadil koltuğa başını koyarak sanki uyuyormuş gibi gözlerini kapatmıştı.

Koçkar NARKABİL

Şair ve yazar. 1968’de Surhandarya eyaletine bağlı Altınsay ilçesinin Möminkul köyünde doğdu. 1992’de Taşkent Devlet Üniversitesinin Gazetecilik Fakültesinden mezun oldu. 

Koçkar Narkabil’in “Avucumdaki Kızcağız”, “Faziletli Âlem”, “Pencere Kenarındaki Çiçek” isimli şiir kitapları ile “Derya Arkasındaki Ağlayış”, “Gülümse, Kıymetlim”, “Güneşi Kim Uyandıracak?”, “Gözlerini Görmeye Geldim”, “Afgan 2. Bölük”, “Buralarda Hayat Başkadır” isimli nesir türünde eserleri bulunmaktadır. Yazdığı birçok oyun sahnelenmiştir. 

K. Narkabil, Özbekistan Yazarlar Birliği üyesi olup 2001’de gazetecilik alanında, “Özbekistan Yüksek Hizmet Ödülü” almıştır.

#özbekedebiyatı #vatansevgisi #hikâye #helezonedebiyat #tercüme #o’zbekadabiyoti #vatan #kardeşedebiyatlar