Sessizlik evdeki her şeye sirayet etmişti. Yataktan, sıcak bir “Günaydın!” ile yahut mis gibi bir kahve kokusuyla kalkmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki artık duyularının köreldiğinden emindi. Tek kişilik bir oyundu hayatı; yazan da yöneten de oynayan da kendisi. Gerçi “yöneten” kısmından çok da emin değildi.

Her zamanki yorgunluk ve isteksizlikle lavaboya gitti. Aynanın karşısında durup solgun sarı ışığın yarım yamalak aydınlığında yansımasına dikkatle baktı.

Aynaya baktığını bilmese yine de tanır mıydı bu yüzü?

Çerçevesi bakır rengine çalan bu eski aynanın yüzeyi, zamanın derin çizgilerini taşıyan bir cilt gibi yer yer bal peteği desenli pas lekeleriyle ve çatlaklarla örtülüydü. Tüm bu yıpranmışlık yansımaya aitti, kendisine değil.

Bu rahatlık kısa sürdü, aynadaki yansımayla alışık olduğu yüz eşleşmiyordu. Aynayı suçlamak bunu değiştirmeyecekti. Bu, bildiği ama göremediği ruhu muydu, yoksa kendine yabancılaşmaya başlamıştı da bunu mu fark ediyordu? Bir görünüp bir kaybolan bu görüntüler hangi resmin parçalarıydı?

Zihninde yankılanan düşünceler, suya atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi giderek genişliyor ve derinleşiyordu.

Aslında bu çelişki ona yabancı değildi. Her gün, aynada gördüğü suretin, gerçekten kendisi olup olmadığını sorguluyordu. Çehresinin her kıvrımını, her çizgisini ezberlemişti. Günlerini, yüzünün belli parçalarını kâğıda aktararak geçiriyordu. Sol gözünü ve çevresini defalarca çizmiş, belki yirmi ayrı kâğıda hapsolmuş bir bakışı biriktirmişti. Sanki suretini çizerken onu tanıyabilmeyi umuyor fakat her yeni çizimde kendine daha da yabancılaşıyordu.

Elini yüzünü yıkadıktan sonra tekrar aynaya döndü. Aynanın soğuk yüzeyiyle göz göze geldiğinde içini tarifsiz bir huzursuzluk kapladı. Zihninin derinliklerinde bir şeyler kıpırdanıyor, kimliği suyun yüzeyinde beliren bir yansıma gibi bulanıklaşıyordu. Varlığını, içinde ağırlaşan bir boşluk hissiyle ölçüyordu, hiç yokmuş gibiydi.

Ayna, yalnızca yansıma sunan sıradan bir nesne olmaktan çıkmış, geçmişin ve geleceğin iç içe geçtiği bir sinema perdesine dönüşmüştü. Kimi zaman genç bir adam beliriyordu perdede, kimi zaman ise çocukluktan kalma mahzun bir yüz. Bazen de karşısında tanıyamadığı gözleri derin bir boşluğa bakan yaşlı bir adam görüyordu. Geçmişin hayaletleri, yansımanın içinde sıkışıp kalmış gibi sürekli değişiyor, silinmek yerine daha da belirginleşiyordu.

Bu keşmekeş, aynayla sınırlı kalmamıştı. Zamanla evin duvarları da birer yansıtıcıya dönüşmeye başlamıştı. Önce lavabonun fayansları, ardından mutfağın parlak mermerleri, ocağın cam yüzeyi, seramik tabaklar hatta metal ev aletleri bile kendi paylarına düşen yansımaları üstlenmişti. Geceleri, karanlık odasında bile duvarlarda kendi gölgesini görüyordu; hareket ettikçe, gölgesi de onunla birlikte kıvrılıp değişiyordu. Ev, âdeta bir labirente dönüşmüştü; kaçmaya çalıştıkça daha da içine çeken, her köşesinde kendisini izleyen bir bilinmezlikle doluydu. Sabah olunca duvarlar özelliğini yitiriyor ama aynayla göz göze geldiğinde her yer yeniden ayna gibi oluyordu.

Defalarca aynayı değiştirmeyi düşündü. Belki de tüm bu tuhaflık, o eski aynanın bir oyunu, yılların yıprattığı yüzeyin zihnine fısıldadığı bir yanılsamaydı. Yeni bir ayna, daha net bir görüntü sunabilirdi; belki de daha keskin, daha katı bir gerçeklik. Peki ya o zaman evdeki her şey eski hâline dönerse, duvarlardaki yansımalar kaybolursa, kendisi de o yansımalar gibi silinip giderse? 

Hangi yüzün kendisine ait olduğuna karar verememek, hiç var olmamış gibi silinip gitmek. Buna cesaret edemedi ve eski aynanın yerinde kalması gerektiğine karar verdi.

Yalnız yaşamanın kendisini hayattan kopartmasından korkar, bu yüzden kimi zaman aynadaki yansımasıyla konuşurdu. O gece gördüğü garip rüyaları aynada kendine anlatır ve sonra bu yaptığı şeye gülerdi. 

Bir gün komik bir olayı anlatıp kendi kendine güldüğünde, aynadaki görüntünün kahkahası daha uzun sürmüştü. Sustu, ağzını kapattı ama gülme sesleri birkaç saniye daha devam edince kendi kendine, “Aklımı mı kaçırıyorum acaba?” diye düşündü. Mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Sonra da kendini, bu durumun lavabodaki kendi sesinin yankılanması diye ikna etti. 

Ayna karşısındaki sohbetler giderek uzamaya başlamıştı. Bazen bu sohbetler saatlerce sürebiliyordu. Belli bir süre sonra aynayı sohbet arkadaşı olarak algılamaya başladı, böylece evde iki kişinin olması onun için de daha iyi olacaktı. Çocukluğunda kafasına takılan soruları, o zamanlar anlayamadığı atasözlerinin anlamlarını soruyor, cevaplarını da şimdiki aklıyla veriyordu. Soruları sorarken meraklı bir çocuk masumiyeti aynaya yansıyor, cevapları alırken aynadan bir bilge görüntüsü yansıyordu.

Zaman zaman aynadaki yansımanın farklı bir hâl aldığını da hissediyordu. Yansıma, sanki sadece dudakları ile değil, gözlerindeki derinlikle de ondan bağımsızdı. İnsan, yalnız kaldığında kendi sesiyle konuşmaya başlardı ama aynadaki adam yalnızca onu taklit etmiyordu. Bazen onun düşüncelerini tamamlıyor, bazen ona hiç bilmediği şeyler söylüyordu. Sohbetleri daha eğlenceli hâle getirmek isteği, zihnine yeni komutlar gönderiyordu, belki de aynadaki adamı kendine böyle yansıtıyordu.

Aynadaki görüntüsü değişmeye başladığında bunu anlamlandıramadığı için kalem ve kâğıdı tekrar eline almak zorunda kaldı. Her sabah aynanın karşısına geçip kendini daha fazla inceledi. Yüzünün belli parçalarını defalarca çizmişti; gözlerini, alnındaki çizgileri, dudaklarının eğimini… 

Her gün, yansımada bir şeylerin değiştiğini fark ediyordu. Önce küçük ayrıntılar değişti; göz kenarındaki kırışıklar, saçlarının dökülme biçimi. Sonra daha büyük farklar ortaya çıkmaya başladı. Yansımanın omuzları daha dik, bakışı daha keskindi. Elleriyle omuzlarına, saçlarına dokundu ama onlar aynada göründükleri gibi değildi. Bir noktadan sonra aynadaki adamın kendisinden daha güçlü ve daha canlı olduğunu fark etti.

Bu, yalnızca bir sanrı mıydı, yoksa gerçek mi? 

Bazen yemek yaparken bazen oturduğu sandalyede yansımasını hissetmeye başladı. Kendi gölgesinin başka bir varlığa dönüştüğünü hissediyordu. 

Uyku problemlerini bir türlü aşamıyor, bazı geceler aniden uyanıyor ve saatlerce gözleri açık bir şekilde yatağın içinde kalıyordu. Böyle zamanlarda, gecenin sessizliğinde, evde birden fazla kişinin soluk alıp verişi duyuluyordu.

Yansıma sanki iki boyutlu bir görüntü olmaktan çıkmış, bir beden kazanmış da onunla oyun oynuyordu.

Gece olunca belli belirsiz, aynı tonda duyduğu sesler zamanla belirginleşti. Bu cümleleri anlamaya çalıştı: “Hiçbir yerde adın geçmez, sanki yokmuşsun gibi. Ben olmasam kendi varlığından bile emin değilsin, bir varmışsın bir yokmuşsun gibi.” Cümlenin sonunda korkuyla gözlerini açtı; karanlık odasında, yatağının içerisindeydi.

Bu küçücük evin içerisinde duyduğu sesler de nereden geliyordu? İstemsizce bütün odayı göz gezdirdi. Sokak lambasının perdenin kenarından sızan aydınlığında her şey yerli yerindeydi. Zaten bir odanın içerisinde mutfağı, yatağı ve oturma alanı; her şey aynı yerdeydi. Lavabo kapısı kapalıydı. “Orada biri olabilir mi?” hissi zihnini zorladı ama kalkıp bakmaya cesaret edemedi. Yatağın içerisinde, duyduğu sözün anlamını tekrar düşünerek içindeki ürpertiyi bertaraf etmek istedi ve sonunda rüya gördüğüne kanaat getirdi. Sadece nefes alacak kadar bir boşluk bırakarak yorganı iyice üzerine çekti ve uyumaya çalıştı.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar uykuya direnen gözleri ara ara kapanır gibi olsa da uykusuzluğun, bu gece de birçok benzer geceler gibi onu evin içinde döndürüp duracağını biliyordu. Duvarlardan çıtırtılar geliyordu, bir depremin ayak sesleri gibi ev kendine bir şeyler fısıldıyordu. Elleriyle yüzünü yokladı, göz boşluklarının derinleşmiş olduğunu fark etti.  İyice seyrelen saçları varla yok arasında geziniyordu. İstemese de ayakları onu lavaboya, aynanın karşısına taşımıştı.

Aynaya baktığında, içinde kendisini izleyen bir çift göz gördü. O gözlerin kendine ait olduğundan emin değildi. Onun gibi görünüyordu, onun gibi hareket ediyordu ama farklıydı. Daha güçlü, daha emin, daha canlıydı. Kendisi elini kaldırdı, aynadaki figür de aynı hareketi yaptı ama bir saniye gecikmeyle. Kendisi bir gözünü kırptı ama yansıma gözlerini hiç kırpmadı.

Korkmaya başladı, irkildi, ne yapacağını bilemedi. Nefes alışverişi o kadar hızlanmaya başladı ki göğüs kafesi artık kabine dar geliyor, ayakları üzerinde durmakta zorlanıyordu. Aynadaki adam ona doğru bir adım attı. Artık aynanın cam yüzeyi bir sınır olmaktan çıkmıştı. Geriye doğru sendeledi, lavabonun zeminine boylu boyuna serilecekti ki yansıma onu güçlü elleriyle kavradı ve kendine doğru çekti. Tüm ev, tüm yansımalar sanki bir girdap gibi üzerine çökmüştü. Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyor, sesi çıkmıyor ve korkudan gözlerini açmaya da cesaret edemiyordu. Sessizliğin sakinliğini hissettiği bir an gözlerini açtığında, kendini aynanın içinde buldu.

Karşısında duran, artık aynadaki adam değil, gerçek dünyada yaşamaya başlayan yeni biriydi. Onu tutabilmek için çırpındı, bağırdı ama sesi aynanın ötesine ulaşmıyordu. Yansıma onun yerine geçmişti ve o, artık sadece bir hayaletten ibaret kalmıştı.

Yansıma, boğuk ve derinden gelen bir sesle aynanın içindeki adama; “Artık buraya ait değilsin!” dedi.