Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,

Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.

Şimdi buradaydı, gitti elden,

Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o haksar kaldı,

Bir köşede tarumar kaldı,

Baki o enis-i dilden, eyvah,

Beyrut’ta bir mezar kaldı.

Yazımıza bir bölümüyle başladığımız ve Türk edebiyatının klasiklerinden olan Makber isimli bu şiirin yazarı, hepimizin bildiği gibi Abdülhak Hâmid Tarhan’dır. Şair, verem hastalığı yüzünden ilk eşi Fatma Hanım, Beyrut’ta vefat edince bu şiirini kaleme almıştır.

Doğumu, Eğitimi ve Evliliği

Abdülhak Hâmid Tarhan, 2 Ocak 1852’de dedesi Abdülhak Molla’nın Bebek’teki yalısında doğar. Annesi Müntehâ Hanım, babası ise Hayrullah Efendi’dir. İlk tahsiline Bebek’teki mahalle mektebinde başlayan Hâmid, devrin tanınmış hocalarından da özel dersler alır. 1863 yılında ağabeyi Nasûhi ile Paris’e gider ve orada Hortus College adlı özel okulda eğitim görür. Ancak bir yıl sonra maddi sıkıntıdan dolayı geri döner. 

1865’te Tahran’a elçi tayin edilen babasıyla İran’a gider. Orada elçiliğin kâtiplerinden Mirza Şevket’ten Farsça, Daniş Efendi’den Fransızca öğrenir. Bir yıl sonra babasının ani ölümü üzerine İstanbul’a döner. Dil bildiği için değişik devlet dairelerinde çalışan Hâmid, Edirne’de Pîrîzâde ailesinden Fatma Hanım’la 1874 yılında evlenir. 

Elçilik Yılları ve Eşinin Vefatı

1876’da büyükelçilik ikinci kâtibi olarak Paris’e gider. Orada yayımladığı Nesteren (1878) isimli tiyatro eseri yüzünden memuriyetten atılır ve dört yıl açıkta kalır. Daha sonra 1883’te Bombay Konsolosu olarak tayin edilir. Burada Hindistan’ın vahşi tabiatından çok etkilenen Hamid, Kürsî-i İstiğrak, Külbe-i İştiyak ve Zamâne-i Âb isimli yeni şiirler yazar (Kaplan, 1949, s. 333-349). İstanbul’da vereme yakalanan eşi Fatma Hanım’ı iyileşir ümidiyle getirdiği Hindistan’da hastalık daha kötüye gidince geri dönmek için yola çıkar. Fatma Hanım’ın hastalığı yolda iyice artınca, bu sefer ağabeyinin vali olduğu Beyrut’ta karaya çıkar. Fakat henüz yirmi altı yaşındaki Fatma Hanım, 1885’te Beyrut’ta hayata gözlerini yumar.. Hâmid, karısının ölümünün verdiği büyük ıstırap ve acıyla orada Makber isimli şiirini yazmaya başlar.

Beyrut’tan İstanbul’a döndükten sonra Londra sefareti başkâtipliğine tayin edilir. Orada bulunduğu sırada, Gayret dergisine şiirler gönderir. Burada yazdığı Hyde Park’tan Geçerken şiirlerinde daha çok hürriyet ve tabiat duygusu ön plandadır. Oradayken Victoria devri İngiltere’sinin çeşitli özelliklerini aksettiren Finten ve Zeyneb adlı iki piyesi İstanbul’a gönderir. Ancak bu eserleri sakıncalı bulununca görevden alınır (Akyüz, 1964, s. 15-50). Daha sonra bazı dostlarının himayesiyle -herhangi bir eser neşretmemek şartıyla- sefaret ikinci müsteşarı olarak tekrar Londra’ya gönderilir. Bu yüzden II. Meşrutiyet’in ilanına kadar Ordu-yı Hümâyun’da Bir Şair ve Hediyye-i Sâl gibi birkaç şiir dışında bir eser yazmaz. Londra’dan görevi 1895’te Lahey’e nakledilen Hâmid, iki yıl sonra ikinci müsteşar olarak tekrar Londra’ya döner. Ardından 1906’da Brüksel sefaretine tayin edilirse de daha sonra diplomatik görevine son verilen Hâmid, 1914’te Ayan Meclisine seçilir. 

Mütareke yıllarında Viyana’ya giden Hâmid, orada bir sefalet hayatı yaşar. Geri döndüğünde TBMM, kendisine Vatana Hizmet adıyla maaş bağlar. İstanbul Belediyesi de Maçka Palas’ta bir daire tahsis eder. 1928 yılında İstanbul milletvekili seçilen Hâmid, 13 Nisan 1937’de vefat eder.

Türk Edebiyatına Getirdiği Yenilikler 

Hâmid, Tanzimat’tan sonraki yıllarda Batı kültür ve edebiyatının tesiri altında ortaya çıkan yeni Türk edebiyatının ikinci nesline mensuptur. O, Türk edebiyatında şekil ve muhteva bakımından gerçek anlamda yenilikler yapmıştır. Kendisi kuvvetli bir kişiliğe sahip olup sosyal meseleleri daha çok ferdî planda ele almak suretiyle yeni bir dönem başlatan ve bu anlayışıyla henüz yaşarken şâir-i âzam, dâhi-i âzam (İsmail Habib, 1924) unvanlarıyla şöhret bulan biridir. 

O, Sahrâ adlı şiir kitabıyla yeni şiiri, Batı şiirine yaklaştırmayı başarmış olup şiire hem hayal dünyasıyla hem de muhteva ve şekil itibariyle büyük bir zenginlik katmıştır. Hâmid, aruzun bütün ölçülerini yeni bir kalıba sokmayı başarmış olup bazan kafiyesiz yeni şekiller bile denemiştir. Fakat onun yaptığı asıl yenilik şekilden ziyade muhtevada olmuştur (Tarlan, 1940).

Hâmid, mensur Makber Mukaddimesi ile Bir Şairin Hezeyânı ve Nâkâfî adlı manzumelerinde kendini merkeze koyup ilhamına bağlı kalır. Onun Nâkâfi manzumesi, Makber şiirine yapılan eleştirilere bir cevaptır. Aruz kalıbı, aliterasyon, asonans, kafiye ve redif ile ritim yakalayan Hâmid, bu ritim unsurlarıyla anlam arasında bağlantı kurmayı başarır. Örneğin Makber’deki şu beyitler bunun güzel bir örneğidir:

Sür’atle nasıl da değişti halim,

Almaz bunu havsalam, hayalim.

Çık Fatıma! Lahdden kıyam et,

Yadımdaki haline devam et.

Şair, Paris’te yazdığı Nesteren ile tiyatro diline yeni ifade şekilleri kazandırmış olup ilk defa mukaffa adını verdiği kafiyeli, fakat hece sayısı aynı olmayan duraksız heceyi dener. Paris’te yazdığı eserlerden biri de Dîvâneliklerim yahut Belde, diğeri ise Sahrâ’dır. Şair, bu son iki eseri ile şiir içerisine hayatı ve insanı sokmayı başarmıştır. Özellikle Sahrâ adlı eseriyle şekil ve muhteva bakımından Türk edebiyatında yaptığı yenilik, bütün edebiyat otoritelerince kabul edilmiştir (Kaplan, 1972).

Şiirlerinde kendini ilhamın akışına bırakmış görünen şairin, tiyatro eserlerinde biraz düşünce ve biraz da akıl ön plandadır. Bu bakımdan NazifeAbdullahüssagîrTârıkİbni MûsâTezer gibi konusunu İslam tarihinden alan tiyatrolarında daha çok aşk ve ihtirasın yanında İslam’ın yüceliği ifade edilir. Tayflar Geçidi’nde ise Dante’nin İlahi Komedya’da Hz. Muhammed ve Hz. Ali’yi cehennemde göstermesini, Vay Dante! Sen misin koca dahi-i müfteri (Aslan, 2007) şeklinde verdiği cevap dikkat çekmiştir.  

Şiir ve Tiyatro Eserleri 

Hâmid, şiirle birlikte tiyatro türünde de birçok eser vermiş olup şiir ve piyeslerinde aşk, tabiat ve yer yer cemiyet meselelerini dile getirmiştir. Ayrıca gündelik hayatın problemleri yanında tarih, insan, ölüm, âhiret, ruh ve kıyamet gibi metafizik konuları da ele alan şair, bazen devrin aktüel meselelerine de girmiştir (Bilgegil, 1959). O, yazdığı şiirlerin konularını genellikle kendi hayatından seçmiştir. Kendisi son derece zengin bir hayal gücüne sahip olduğu için şiirlerinde günlük olaylar sadece tasvirle kalmaz, zaman zaman dinî ve metafizik derinlikler de kazanır. Onun bu yönü edebiyatımızda çokça tartışılan meselelerdendir. 

Yirmili yaşlardayken yayımladığı Mâcerâ-yı Aşk adlı tiyatroda Tahran intibalarını anlatan Hâmid,  bunun ardından kaleme aldığı Sabr ü Sebat eserinde ise Rumeli köylülerinin gündelik hayatlarına dikkat çeker. Namık Kemal’in Zavallı Çocuk piyesini örnek alarak İçli Kız adlı eserini yazmıştır. Diğer yandan Hint biblosundan aldığı ilhamla yazdığı Duhter-i Hindû dram türünde olup İngilizlerin Hint halkına yaptığı zulüm ve baskıları dile getirir (ataturkansiklopedisi.gov.tr, 2024). Konusunu Asur tarihinden alan ilk manzum piyesi Sardanapal ise bazı felsefi ve sosyal meseleleri işler. Simge ve semboller vasıtasıyla o devrin idaresini tenkit maksadıyla Liberte’yi de yine aynı tarihlerde yazar (ataturkansiklopedisi.gov.tr, t.y.).

O, İslam dünyasında daha çok Târık piyesi ile tanınır. Yer yer bazı manzum parçalar dışında bütünü mensur olan bu eserinde İspanya’nın Müslümanların yönetimine geçişini anlatır. Eserin konusu bu hadiseden alınmakla birlikte çeşitli olaylar ve şahıslarla zenginleştirilmiş, devrin bazı problemlerine de yer verilmiştir. Eserin, o devirde ilgi görmesinin sebeplerinden biri de kahramanlık duygusunun o dönemin sosyal şartlarına uygun olmasıdır. 

Hâmid, Paris’ten döndükten sonra İbni Mûsâ ve Tezer ile konusunu Corneille’in Horace’ından aldığı Eşber ve Bir Sefîlenin Hasbıhâli’ni kaleme almıştır. Hindistan’da bulunduğu sırada yazdığı manzumelerden meydana gelen Bunlar Odur’da, vahşi Hindistan tabiatı ile oradaki hatıralarını anlatmaktadır. Bombay’a birlikte gittikleri karısı Fatma Hanım’ın ölümünü takip eden günlerde Makber’i yazar. Onun bu şiiri yeni Türk şiiri adına üzerinde en çok konuşulan eserlerindendir. Düşünce ve duygularını geniş bir şekilde aksettirdiği bu eserinde, ölüm karşısındaki acizliğini ifade eden sorular sorar. Zaman zaman isyan etmekle beraber, sonuçta kadere teslim olmaktan, Allah’ın iradesine boyun eğmekten başka çare de bulamaz (Enginün, 1988).

II. Meşrutiyet’in ilanına kadar herhangi bir eser yayımlamayan şair, 1907’de, konusunu eski Türk tarihinden alan İlhan ve Turhan’ı, 1913’te de annesinin ölümüne mersiye mahiyetinde, Vâlidem’i kaleme alır. 1916 tarihini taşıyan İlhâm-ı Vatan adlı eserinde ise 1876 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren yazdığı vatani şiirlerini bir araya getirir. Mütareke devri mahsulü olan Tayflar GeçidiRuhlar ve Arzîler’i, konusu doğrudan I. Dünya Savaşı olan Yâdigâr-ı Harb takip eder. Cumhuriyet’ten sonra yayımlanan iki kitabı, Yabancı Dostlar ve Hâkan adlarını taşımaktadır (Enginün, 1988).

Kaynaklar

Kaplan, M. (1949). Tabiat Karşısında Abdülhak Hâmid (I-II), TDED, III (3-4). 333-349.

Akyüz, K. (1964). Finten. Türkoloji Dergisi, I, 15-50.

İsmail Habip [Sevük] (1924). Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi. Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekâleti Neşriyatı.

Tarlan, A. N. (1940). Tanzimat Edebiyatında Hakiki Müceddid, Tanzimat I, 597-617.

Kaplan, M. (1972). Şiir Tahlilleri I: Tanzimat’dan Cumhuriyet’e Kadar. Dergâh Yayınları.

Aslan, H. (2007). Abdülhak Hamid’in Şahıs Kadrosu İnsan Dışı Varlıklardan Oluşan Eserleri Üzerine Bir İnceleme.  Nüsha, VII (25), 103-128.

Bilgegil, K. (1959). Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ledünnî Meselelerden: Allah. A. Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları.

ataturkansiklopedisi.gov.tr (t.y.). Abdülhak Hamid Tarhan (1852-1937). ataturkansiklopedisi.gov.tr, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/abdulhak-hamid-tarhan-1852-1937/

Enginün, İ. (1988). Abdülhak Hâmid Tarhan (1852-1937). İçinde: TDV İslam Ansiklopedisi. (ss. I/207-210)