Burnundaki akıntıyı bile silme imkânı vermeyen 2005 kışıydı. “Soğuk” kelimesinin, ifadesini yitirdiği buz gibi bir gündü. Üşüdükten sonra ısınsan da soğuğu atamıyordun içinden. Hava o kadar soğuktu ki demiri tutunca elin demire yapışıyordu. Keskin, kuru, sert bir soğuk! “Sibirya Soğukları”. Dışarı çıkmak istediğimizde soğuk havanın etkisiyle akmaya başlayan gözyaşımız, daha kirpiklerimizden süzülemeden kar kristali hâline gelirdi. Soğuk, sadece insanları ve eşyaları değil, içindekilerle birlikte tüm hava boşluğunu donduruyordu sanki.
​ İşte bu kadar soğuktu Moğolistan. Hava sıcaklığı, eksi 30’lardan eksi 20’lere inince “Havalar ısındı!” diye sevinir ve pikniğe giderdik. Sadece biz değil, güneş bile sevinirdi. Türkiye’deyken kış aylarındaki haberlerde hava durumu hep şöyle derdi: “Sibirya’dan gelen soğuk hava dalgası Türkiye’yi etkisi altına alacak. Sıcaklıkların 12 derece birden düşeceği belirtilirken…”. O haberler geldi aklıma, bir an için o anlara gittim. Şimdi daha iyi anlıyordum Sibirya soğuklarının ne demek olduğunu.
​ Memleketim Isparta’da soğuk hava depoları olurdu yıl boyu elma sakladığımız. Depoların soğukluğunu unutamam. Burası o depolardan çok daha soğuktu. Bir hava durumu spikerini bir de rahmetli babaannemin sözlerini düşündüm. “Yazın sıcaklığının sıcak cehennemin nefesinden, kışın soğukluğunun da zemheri cehennemin nefesinden olduğu söylenir oğlum, aman soğukta ayacıklarınızı üşütmeyin.” der dururdu torunlarına, hem kış hem de yaz aylarında. Yine gülümsettin beni rahmetli…
​ Kar renkleri, her şeyi çok sessiz hâle getirmişti. Pencereden sokağa bakıyordum. Üzerindeki karları kaldıramadığı için kamburlaşıp yere yanaşmış bir ağacın dallarına daha fazla tutunamayan bir kar yığını, ağacın altına park etmiş kardan rengi belli olmayan bir arabanın üzerine ses çıkararak birden düşüverdi. Her yerin bembeyaz olduğu, yerlerde ne bir çift ayak izinin ne de derin tekerlek izlerinin görüldüğü bu soğuk ve pürüzsüz görsel şölenin keyfini çıkarırken uykum gelmişti. O sırada içeriye oda arkadaşım Davut girdi: “Hayırdır, dalgınsın yine!” dedi soğuk bakışlarıyla yüzüme öylesine bakarak. Havanın soğukluğundan daha soğuk olan bakışları canımı çok acıtmıştı. “Yorgunum, uzanacağım.” dedim usulca.
​ Davut’la paylaştığımız odadaki ranzanın ilk katı bana aitti. Mütevazı bir odamız vardı. Ranza, dolap ve çalışma masaları haricinde odada çok az bir boşluk kalıyordu. Uyuyalı ne kadar olmuştu tam emin değildim. Birden nefesimin daraldığını, üzerime kapkara ve kocaman bir bulutun oturduğunu hissettim. Buluta benziyordu ama insan gibiydi de. Gözlerimi açmamla birlikte bir ayağımı bir bulut, diğer ayağımı ise diğer bulut ters yöne doğru ayırmaya başladı. Tam göğsümün üzerinde olan karaltı, göğüs kafesime öyle bir bastırıyordu ki nefes almakta zorlanıyordum. O an ezberimdeki tüm duaları ve sureleri okudum. Zaman durmuştu sanki. Bana hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Çırpınıyordum ama çırpınışlarımı duyan yoktu. Nefes almakta giderek daha fazla zorlanıyordum. Bu soğuk havada, sanki yaz sıcağında güneşin altında kalmış gibi sırılsıklam terliyordum. Kendimi bu karanlıkta çakılı kalacakmış ve hiç kurtulamayacakmış gibi hissediyordum. Çaresizce çırpınırken bir an -ne olduysa- kendime geldim ve bu cendereden kurtuldum. Kurtulmamla birlikte dehşet içinde yataktan fırlamam ve o hızla başımı ranzaya vurmam bir oldu.
​ Davut, o sırada ranzanın üst katındaki yatağındaydı. Terli ve korkmuş hâlime bakıyordu onu fark ettiğimde. Ben, yaşadığım şeyi anlamlandıramamanın verdiği karmaşık hisler ve büyük bir mücadeleden kurtulmanın verdiği duygu patlamasıyla Davut’a çıkışıverdim: “Davut, beni neden kurtarmıyorsun? Saatlerdir yatakta bağırıyorum, terliyorum, çırpınıyorum. Neden yardım etmiyorsun?” Davut, bu ani -ve kabul ediyorum ki çok da yersiz- çıkışımı şaşkınlıkla karşıladı. Tabii ki neler olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. “Uzanalı 5 dakika olmadı daha, hem hiç ses duymadım, ne oldu ki?” dedi. Soğuk bir insanla uğraşmak asla kolay değildir, hele de siz tam aksi karaktere sahipseniz. Oda arkadaşım Davut, gözden uzak bir yaşam sürmeyi seven, sessiz, sakin ve mesafeli bir karaktere sahipti. Onu tanıdıkça içtenliğini ve derin bir dünyası olduğunu yıllar sonra anlayacaktım. Sadece konuşkan değildi ve -ne yazık ki insanın bazen ihtiyaç duyduğu- ilgi sözcüklerini kullanmazdı.
​ Hâlâ duygularımı kontrol edemiyordum. Bir yandan soğuk suda duş almışçasına titrerken diğer yandan da kalbim hızla çarpıyor, gözlerim seğiriyordu. Gördüklerimin hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu bilmiyordum. Suskunlaştım, yüzümü yıkamak için lavaboya gittiğimde aynada kireç rengi bir beniz ve düşünceli gözlerle karşılaştım. Kendimi, yüzüme su çarpa çarpa, gözlerimin içine baka baka sakinleştirdim. Yavaş yavaş bakışlarım normalleşiyor, yüreğim sakinleşiyordu. Fakat içime bir sıkıntıdır yerleşmişti. Davut’un ilgisizliği, mesafeli davranışları ve soğukluğu, bana kendimi çok yalnız ve güvensiz hissettirmişti. Canım acıyordu. “Gözyaşını donduran hava soğukluğuyla değil, ruhunu kaskatı eden yürek soğukluğuyla başlarmış insanın gerçek kışı.” diye söylenirken hâlâ yaşadığım olayın şokunu atlatamamıştım.
​ Demek ki geceleri karanlığın sessiz eşiğinde bizden başka varlıklar vardı ve ufacık bir an bile onlarla karşılaşmam bütün benliğimi alt üst etmeye yetmişti. Huzura durmadan önce karabasan mı yoksa soğuk bir musallat mı olduğunu anlayamadığım olayın etkisinden soğuk bir duş alarak kurtulmak istedim. Ama nafileydi. Bu olayın derin izler bırakan etkisinden uzun süre çıkamayacak, dile getirip tekrar o anlara dönmemek için de yaşadıklarımı kimseyle paylaşamayacaktım. Ta ki bugüne, bu satırları yazıp geçmişimle ve korkularımla yüzleştiğim şu ana kadar…