“Anne sevgisi, dünyanın en saf, en mutlu ve en güzel şeyidir.”

Edgar Allan Poe

Değerli Okurlarımız,

Helezon dergisi olarak, baharın en canlı zaman dilimlerini, bir anne şafkatiyle içinde barından mayıs ayının güzellikleriyle sizi selamlıyoruz. Edgar Allan Poe’ye isnat edilen spot ifadeden de yola çıkarak önümüzdeki güzel günleri daha da güzelleştiren ve özel kılan “Anneler Günü”nün büyük çoğunlukta bu sayımıza damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Bu duyguların yanı sıra dünyanın farklı yerlerinde hâlâ yüzü gülmeyen, gözyaşları dinmeyen annelerin de varlığını bilmek yüreğimizi burkuyor kuşkusuz. Dünyanın başına gelen bütün talihsizliklerin yerini, en kısa sürede anne sevgisi kadar güzel günlerin alacağı inanç ve ümidiyle yeni sayımızı size takdim etmek istiyoruz: 

Mayıs ayının ilk eseri, “Türk Efsaneleri Serisinden: Yaralı Bir Kalbin Hikâyesi” başlıklı bir yazı. Etkisini uzun süre üzerinizde hissedeceğiniz bu efsaneyi, Helezon için hikâyeleştiren isim, akademisyen Minahanım Nuriyeva Tekeli. Yazarımız, bu hikâyeyi -ifade ettiğine göre- bin yıllık düşüncesini bir anlığına da olsun terk etmeyen koca dağlarla o asırların yaşıtı, mezar yerinin tam yanında bitmiş, bu genç mezara bekçilik yapan ve kolları yelpaze gibi açılmış kıvrım telli yalnız ağaçtan dinlemiş. Bize de pürdikkat kesilip satır satır yaralı yüreğin sahibi Can Bike’nin izini sürmek kalıyor. Tabii ki bir de Zal Baba’nın dediği gibi kalbimizde ona güzel bir yer hazırlamak: “Vaktiyle Toktamış Han’ın lalası оlmuş Zal Baba öne çıktı ve şöyle dedi: “Burada güzeller güzeli, cennet bahçesinin en hoş kokulu ve altın gülü yatıyor. Ey ahali! Onun güzel yüreği yaralıydı. Şimdi her biriniz, kendi yüreğinizde оna en güzel yеri hazırlayın.”

Can Bike’nin dokunaklı efsanesinden sonra dile kolay gelse de aslında hiç de kolay olmayan bir başka eser var sırada. Elif Özsoy’a ait ve “Kolay Olmadı” adlı bir görsel şiir. Bu ada sahip olup da kolay olan ne olabilir ki? “Peki, arkasında büyük bir emek barındıran bu eser, hangi teknikler kullanılarak çalışılmış?” derseniz Elif Hanım’ın kendi ifadesiyle cevaplayalım: Akrilik, boyama, rölyef doku, kazıma, renk gradyanları, ışık ve gölgelendirme, dikiş, dijital manipülasyon. 

Bu ayın biyografi köşesi, 3 Mayıs 1963’te Cihangir’deki evinde hayata veda eden “Kayıp Cennetini Çocukluğunda Arayan Şair: Abdülhak Şinasi Hisar”a ayrıldı. Hızır İlyasoğlu’nun kaleme aldığı yazı, bize kâh Boğaziçi Yalıları’nın mehtaplarını seyrettirirken kâh da Geçmiş Zaman Köşkleri’nde soluklandırıyor. Peki, bu güzide mekânlarda ne mi oluyor? Tanzimat Dönemi’nin yenilikçi sanatçılardan iki büyük şairin adını taşıyan bir şair, çocukluğuna dönüp kayıp cennetini arıyor. Biz de o şairin, vefatının 61. yıl dönümünde ayak izlerini duyar gibi oluyor ve biyografisini okumaya başlıyoruz: “Abdülhak Şinasi Hisar, Mahmut Celaleddin Bey ile Emine Neyyir Hanım’ın ilk çocuğu olarak 14 Mart 1887’de İstanbul Rumelihisarı’ndaki bir yalıda doğar. Dolayısıyla onun çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca köşklerinde geçer. Babası Osmanlı’da birçok dergiyi çıkaran Mahmud Celaleddin, Türkçe öğretmeni ise Tevfik Fikret’tir. Galatasaray Lisesinde okurken de Recaizade Mahmud Ekrem gibi isimler hocasıdır…”

 Şimdi de sırada bir çeviri şiir var. İbrahim  Türkhan, Kırgızistan’ın genç şairlerinden Irısgül İzatova’nın “түйшөлүү” adlı şiirini “Dert” adıyla Türkçeye çevirmiş. Biz de genç bir şairin kaleminden aşağıdaki ilk dörtlüğünde olduğu gibi hasretin bir nevi tercümanı olan dizelerini duygulanarak okuyoruz: 

“Pencereden güneş vurup yüzüme,

Daha yeni uyandım ben uykudan.

“Bu sabahı nasıl etti?” diyerek,

Mahmur mahmur sen geçersin aklımdan.”   

Nisanda boy gösterip mayısta da hâlâ taravetini koruyan ve en gözde çiçeklerden biri olan laleyi fotoğraflamak göründüğü kadar kolay olmasa gerek. “Gül-riz” adlı güzel lale türünden biri, Emre Ozan’ın objektifine, Küçük Çamlıca Tepesi’nde, bir sabah serinliğinin ilk ışıklarında yansımış. Sonuçta ortaya muhteşem bir güzellik çıkmış ve Helezon’un fotoğraf köşesindeki mutena yerini almış. Güzelliğinin yanı sıra edebiyatımızda anlam zenginliğine sahip olması yönüyle Helezon’a ne de çok yakışmış.    

Lale de diğer çiçekler gibi bütün ihtişamına rağmen, belli bir müddet sonra hayat sahnesinden çekilip güz ve kış toprağına gömülecek. Bu durum, yalnız çiçekler için geçerli değil elbette. İnsanoğlunun en büyük dertlerinden biri belki de geçici olması. Doğan Yücel, “Hayatın Akışı Durur mu?” denemesinde âdeta bu dertle dertlenmiş. Hem de okurlarını da her hâlükârda konunun içine alıp çekecek nitelikte: “Hayat, dönüşü olmayan bir yolculuk her fani için. Her an birilerinin yol arkadaşlığına katılıp kiminin vakitli kiminin vakitsiz ayrıldığı bir güzergâh. “Bak keyfine, yan gel de yat!” dediği an da var insanın “Yaşamaktansa bin kez ölmeyi yeğlerim.” dediği zaman da. Yarım kalmış işler ve ulaşılamamış hayallerle hayatı bitirenler, “Ben dolu dolu yaşadım, ne istediysem yaptım.” diyenlerden çok çok fazla. Neredeyse her giden vakitsiz ayrılıyor sevdiklerinden. İnsanlar rıhtımdan ayrılan sessiz gemilerin arkasından ancak nemli gözlerle bakakalıyor.”

Tahsîn-i Kelâm’ın farklı tarzda şiirler kaleme aldığını biliyor ve beğeniyle okuyoruz. Şair, “Özgelim” şiirinde dile getirdiği insani duyguları bu defa dörtlüklere taşımış. 

“Sürmeler kuyruk olmuş o yıldız gözlerine,

Çevirirsin baktıkça yüreği köz yerine.

Asimetrik vurursun örselenmiş ritmine,

Ve üstüne kördüğüm attığın sözlerinle.”

Dörtlüğüyle başlayan ve umudun zaman yeniği olarak betimlendiği, beklenen binbir hayalin uykuda olduğu söylendiği şiirde acaba siz hangi hislerde takılı kalacaksınız?

Bu ay, baharın da ilham perisini Helezon’a göndermesinden olacak ki sanatçılarımız, bize çiçeklerin sanata yansıyan dünyasında, dijital bir sergi havası yaşatıyor. Ayşegül Akdaş’ın “Bir Çift Karanfil” adlı ebru çalışması da onlardan biri. Eser, bütün zarafetiyle gözlerimize ve gönüllerimize hitap ediyor. “Hangi çiçek olursa olsun sanatın her dalında ne kadar hoş duruyor.” demekten kendimizi alamıyoruz. 

Bu güzel eserin etkisi henüz üzerimizden kaybolmadan hazin bir öykünün dünyasında buluyoruz kendimizi. “Geriye Kalan” başlığındaki hikâyeyi, güçlü bir kaleme sahip olan Adem Yağmur kaleme almış. “Geriye kalan da ne ola ki?” dediğinizi duyar gibiyiz. İsterseniz bu sorunun cevabı sadedinde kısa bir alıntı ile yetinip sizi, duygudan duyguya girip çıkacağınız öyküyle baş başa bırakalım: “Ayakları tutmuyor, sağ kolunu da hissetmiyordu. Kapı çalıyordu ama onun açmaya hâli yoktu. Sesler işitiyor ve duyduklarını onaylar gibi başını sallıyordu. Uzun zamandır düşüncelerini toparlama zorluğu yaşıyordu. Bu durum âdeta bütün vücudunu esir almış ve hareket etmesini de zorlaştırmıştı…” 

Aslında geriye kalanlar başka başkadır her bir kimse için. Yorgun bir mevsimin nazenin bir ikindi vaktinde, güneşin kaybolmaya yüz tuttuğu bir anda, günden geriye neler kalır acaba? Herkes için apayrı şeyler değil mi? “Kayboluş” şiiri, tam böyle bir anda, upuzun günden geriye kalan yalnızlığı yaşayanlar için. Belki sizin de aranızda zaman zaman bu yalnızlığı yaşayanlar yahut hissedenler olabilir. Eğer öyleyse, bu şiirimizin üç beş dizesinde de olsa bir dost esintisi yakalamanız mümkün olabilir:  

“kumral kâküllerini savurmada meltem

neler fısıldar, bilemem

son seferindeki yaz kelebeklerine?

bir karartı mı düşmede yoksa

şehrin masalımsı düşlerine?”

Mayıs ayının en özel günlerinden biri olan “Anneler Günü” dolayısıyla 31. sayımızın arka kapağını, Meryem Tunca’nın “Anne Sevgisi” adlı harika kaligrafi çalışmasına ayırdık. Bu el emeği göz nuru eser vesilesiyle biz de başta annelerimiz olmak üzere bütün annelerin gününü kutlarız. Son olarak bütün yazar, şair ve sanatçılarımıza; yayın kurulumuza; görsel tasarım ve sosyal medya ekibimize kıymetli emeklerinden dolayı teşekkür ederiz. İyi okumalar.

Sağlıcakla kalın!