Teknolojinin ilerlemesi, yazmanın alet edevat kısmı itibariyle kolaylaşması, bizi hatıralarımızı kaleme almaya sevketmeli diye bekliyor insan. Ancak hayatın akışının hızlanması ve geçmişte zor elde edilen, görülen veya yapılan işlerin sıradanlaşması, yaşananları hatıra olmaktan çıkarıyor. Ekran çağında yazmaktan çok duyuyor veya görüyoruz. Yazıları da artık çoğu kez okumak yerine dinliyoruz. Unutmamak gerekir ki 100 yıl öncesinin basit bir hatırası bugün için çok değerli olabiliyor. Küçük bir kız çocuğu Anne Frank’in hatıralarının bugün kıymetinin anlaşılması gibi.
İnsan yerine, zamanına veya muhatabına göre hatıralarını da farklı hatırlayabiliyor. Yaşananları eksiksiz hatırlamak, zamanında yazmakla mümkün. Hatıra yazmanın, edebî türler arasında yazma kudretinin değil de sanki bir vakanın kayda geçirilmesi gibi görüldüğü de bir derece doğrudur. Hatıra neden diğer edebî türlere göre daha az yazılır? Belki de “En çok yazılabilecek edebî tür nedir?” dense çoğu kimsenin aklına ilk hatıra gelir. Ama gerçek hayatta durum hiç de öyle değil. Hatıralar anlatana göre velev tatlı da olsa birilerinin canını acıtabilir. Birilerinin hatırlanmasını istemediği şeyleri anlatmak da canı acıyanlarca pek istenilmez. Gelin, konuya beraber cevap arayalım.
Hiçbir insanın iki günü aynı değildir. Her bir fert içinde bulunduğu günü öncekinden iyi ya da zor görür. Ya zor, mihnetli, sıkıntılı günlerden kurtulmuştur veyahut da güzel günler geride kalmıştır. Zorluklar ve sıkıntılar genellikle maddi servet, sosyal çevre veya sağlıkta yaşanır. O zaman hatıranın adı bir yönüyle özlem ve hasret olurken diğer yanı itibariyle de unutulması gereken günler olur. Sadece unutmak değil, hatırlamak/yâd etmek de büyük bir nimettir. Hafızasını bir şekilde kaybedip hiçbir şey hatırlamamak mı yoksa acı da olsa her şeyi akılda tutmak mı yeğdir? Yedinci sanatın bu konu üzerine epeyce ürünü vardır. Şöyle bir hatırlayınca, filmlerde acıları unut(a)mamak sadece bazı insanlara yanlışlar yaptırırken, hafızasını kaybetmek ise neredeyse herkes adına tam bir felakettir. Geçmişini, köklerini, sevdiklerini unutmak ne acı resmedilir!
Gelin, önce geride kalan güzel günlerin hasretine değinelim. Bu güzel günler elden gidince özlem ve hasret, neşesini ve sevincini yâd etmek ise anma veya nostalji olur. İlkinde tatlı günlerin elden çıkması insana hüzün verir. Sağlığımızı, makamımızı, servetimizi veya sevdiklerimizi kaybedince eski günleri hatırlamak, Necip Celal’in dediği gibi çok değerlidir:
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer
Bir an acı duyar insan, sevmişse biraz eğer
Anlar ki geçenlerin rüyaymış hepsi meğer
Rüya olsa bile o günlerin hayali cihan değer.”
Hasretin ekserisi sevilenler olsa da bazen bir köy, kimi zaman bir söz, belki de bir ân olur. Sevmektir, geçmişi bize özleten duygu. Sevmediğimizi özler miyiz? Yaşadıklarımız bize o kişiyi, yeri veya ânı sevdirir. Birliktelikler zihinde tekrar tekrar yaşanır. Hasret elde olandan ayrı kalmaktır. Bülbül altın kafese de konsa “vatanım” der. Bize eski günleri hatırlatan sevgiyse bugün neden hasret çekiyoruz? Çünkü artık ya eskisi gibi sevemiyor ya da sevilmiyoruzdur. Yani eskiden ulaşmak istediğimiz şeyler ya bizde aynı heyecanı uyarmıyordur yahut elimizden uçup gitmiştir. Eskiler onun için ulaşmayı değil ulaşma yolunda olmayı daha değerli bulurlar. Sevdiklerinin hasretini çekmek istemezler. Leyla’yı değil Leyla’yı sevmeyi severler. İkinci bir sevgili de istemezler. Çünkü sevilenler içinde hep ilkler en fazla sevilir.
“Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan
Kovaladıkça kaçan, ateş böceğim misin?” demiyor mu şarkılarımız?
Güzellikleri hatırlamak ise insana hüzün verir. Genelde de insan o mutlu günlerini hatırlar. Kimi Necip Fazıl gibi,
“Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu
Hani ardında çil çil kubbeler serpen ordu” der; kimi de Yahya Kemal gibi,
“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.” diye inler.
İnsan yediklerinden, giydiklerinden daha ziyade sevdikleriyle yaşadıklarını, onların şirin sözlerini hatırlar. Alttaki türküde geçtiği üzere sevdiğinin yâdında kalan tatlı sözlerini unutmaz.
“Dəydi saçlarıma bahar küləyi
Nazəndə sevgilim yâdıma düşdün
Hərənin bəxtinə bir gözəl düşər
Sən də təkcə mənim adıma düşdün
Nazəndə sevgilim yâdıma düşdün”
Eski güzel günlerin böylece ya gönülde hasreti ya da damakta tadı kalır:
“Beraber yürüdük biz bu yollarda
Beraber ıslandık yağan yağmurda
Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda
Bana her şey seni hatırlatıyor”
İkinci durum ise müşkül günlerin geride kalmasıdır. Eskiden servet, makam ve sağlık olarak kötüyken an itibariyle daha iyi durumdaysak bu sefer de eski günlerimizin bilinmemesini isteriz. Yumurtadan çıkıp kabuğumuzu beğenmeyiz. Kısa donla gezdiğimiz günlerin anılmasından hazzetmeyiz. Geçmişi bir süngerle silip geçmek isteriz. Yaşadığımız muhiti, evi, yurdu, dostlarımızı ve hatta zor günlerin hayat arkadaşını bile değiştirenlerimiz olur. Böylelerini sevenimiz kaç kişidir?
Ayrıca hepten bir acılar yumağı da atlatılmış olabilir. Unutmak ya da unutulmak da acıların hafiflemesi adına büyük bir nimet. Hatalarımızı hatırlamak istemeyiz. Birilerinin hatırlatmasından da çoğunlukla hoşnut olmayız. Bazen unutulmasını istediğimiz için bazen de yaptıklarımızı kaleme alınacak değerde görmediğimizden gereksiz görürüz.
Zorlukların geride kalması birer tecrübedir. Her bir tecrübe atılan doğru veya yanlış adımların sonucudur. Doğru atılan adımlar, Yahya Kemal’in dediği gibi;
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” birer iftihar vesilesidir. Elde edilen başarı devam ediyorsa sevincin, düşman çatlatmanın adı olur:
“Ha ha ha dinleyin dostlar
Benim de artık bir sevgilim var
Hırsından çatlasın düşmanlar
Şimdi benim de bir sevgilim var.”
Yaşanan her tecrübe bir tarihtir. Tarih bize benzer durumlarda nasıl davranılacağını gösterir ki bunun yolu da hatıralardır. Tarih, hatıralar üzerine kuruludur. Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: “Birilerinin hatalarını tarih kaydediyor; o vakit şahsi hatıralara ne gerek var?” Bu görüş de bir nebze tasdik edilmeyi hak ediyor. İnsan elde ettiği başarıları, güzel günleri çoğunlukla doğru şekilde anlatırken yaptığı hatalara bir kulp veya mazeret bulmak istiyor.
“Yüreğinde bir ismin imzası var
Ve sen onu silemezsin
Söküp atamazsın ne kadar uğraşsan da
Seninle beraber büyür içindeki sızı…”
İşte Can Yücel gibi, yeri gelir istediğini elde edememenin acısı kalır yürekte…
“Telgrafın tellerini arşınlamalı
Yâr üstüne seveni kurşunlamalı
Yanıma gel yanıma da yanı yanı başıma
Şu gençlikte neler geldi cahil başıma”
Sözlerinde olduğu üzere çoğu zaman saklanması ve unutulması gereken zaman dilimleri hâline gelir.
Bu noktada hatıra tarihten ayrılır. Hatıra sivildir. Tarih ekseriyetle resmîdir. Hatıralarda acılar, sevinçler, hüzünler örülüdür. Hasılı hatırasını dile getirenin duygu dünyasına kapı aralanır. Tarih genelde sebep-sonuç ilişkisi içerisinde yazılır. Hatıralarda ise hayaller, irade, niyet ve ümitler vardır. Tarih iyi ve kötü, zor ve tatlı her günü yazar. Hatıra bir yönüyle de tecrübe aktarımıdır. Tecrübe, bizden öncekilerin yaşadıkları veya bizim geçmişte yaşadıklarımız değil midir? Geçmişte doğru yaptığımız işleri çocuklarımızın da yapmasını ve yanlışlarımızdan da sakınmalarını istemez miyiz? Bunlar bize hatıranın bir çeşidi olan tarihten hediye. Cahil başımıza neler geldiğini yanı başımıza gelene anlatmak isteriz. Tecrübeyi tecrübe etmek, hatıralara bigâne kalmak ne pahalı bir tecrübe, ne acı birer hatıradır! İşte geçmişte yaptığımız hataların doğru şekilde sonraki nesillere aktarılması işi anı olmaktan çıkıp tarih olur.
Yeri gelir yapılanların hata olduğu düşünülüp Rıza Tevfik gibi pişmanlık izhar edilir:
“Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyasi padişahına…”
Yapılan hatalar insanı zor durumlara sürükleyince sosyal hayatta da vaziyet müşkül olur. Sonunda düşülen zor durum bir pişmanlık vesilesi de değildir her zaman.
“Düştüm mapus damlarına öğüt veren bol olur
Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur
Ana baba bacı kardaş dar günümde el olur
Namus belasına kardaş döktüğümüz kan bizim.
Bu tarz pişmanlık sebebi olmayan birçok türkümüzden birisi de Drama Köprüsü’dür:
“Drama köprüsü bre Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları da Hasan bir tas içilmez
Anadan geçilir Hasan yârdan geçilmez
At martini de bre Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin”
Duygular hatıralarımızı olduklarından farklı hâle getirir mi? Küskünlükler, dargınlıklar, kırgınlıklar ya da düşmanlıklar tarihi değiştirir mi? Hem evet, hem hayır. Tarih bunun için vardır. Hatıralar tek başına tarih olmasın diye.
“Dağlarında davar yaydığım, toprağında onlarca sevdiğimi saklayan, yıllardır kavağına söğüdüne hasret kaldığım köyüme ve aziz babamla azize nineme…”
İnsan yaş alıp her geçen gün biriktirdiği hatıralar arttıkça geçmiş daha bir değer kazanıyor gözünde. Yiten sevdiklerin, biten gençliğin ve bir daha gelmeyecek acı tatlı günlerin… İşte yazmak onları belki de unutulmaz yapan en güzel uğraş… Teşekkürler Doğan Hocam bunları tekrar hatırlattığın için…
Bence de öyle. Teşekkürler
güzel şarkıla eşliğinde bir yolculuk yaşattınız. kaleminize sağlık…
Teşekkürler
Hatıranın hatrı kalmasın geçmişte. Her yaşanmışlığa yazılan şiir gibi, şarkı gibi, türkü. İyi ki bu yazıyı yazmışsınız. Kaleminize sağlık.
teşekkür ederim