Baştan söyleyeyim, bu bir yol yazısı. Yani gitmek istediğimiz yere varınca yazı bitecek. Peki neden gezi yazısı olarak sadece yolu yazdım. Çünkü varılacak yerden öte yolun bizzat kendisini gezi kabul edenlerdenim. 

Ulan Batur’dan sabah 4.15’te iki araba ile yola çıkıyoruz. İstikamet, Moğolistan’ın batı ucundaki Ölgiy şehri. Önümüzde yaklaşık 1800 km’lik bir yol var ve yolun yarısı toprak. Şehirden çıkışımız bir saati buluyor. Şehir çıkışında arabalarımızın depolarını dolduruyoruz. Bundan sonra da bulduğumuz hemen her benzinlikte de aynı şeyi yapacağız. Çünkü şehirler arası mesafeler çok fazla ve şehir dışında benzinlik bulmak pek mümkün değil. Ulan Batur’dan sonra sonsuz düzlükler başlıyor. Otlar çoktan sararmaya yüz tutmuş. Biraz sonra ekin tarlalarını görüyoruz. Daha önce Moğolistan’da hiç ekin tarlası görmemiştim. Eylül ayı olmasına rağmen ekinler henüz biçilmemiş. Güneş arkamızdan yavaş yavaş yükseliyor ve sararmış otlakları kızıla boyuyor. Asfalt yoldan ilerliyoruz. Yol fena değil fakat ansızın çukurlar ve tümsekler çıkabiliyor. Bu yüzden fazla hız yapamıyoruz. 100. km’de güzel bir kasabaya giriyoruz. Yolun her iki tarafına düzgünce sıralanmış büfeler ve bakkallar var. Bu hâliyle Western filmlerindeki kasabaları andırıyor. Yol çalışmaları yüzünden yer yer yolun dışına çıkıyoruz. Toprak yola çıktığımız zaman tozdan bir şey göremiyoruz. Hatta arabalarımızın camlarında toz yığınları oluşuyor. Az ileride düzlüğe yayılmış bir nehir görüyoruz. Menderesler çizerek akıyor. Vadide yer yer göletler oluşmuş. İçinde farklı türde balıkçıllar, ördekler, kuğular ve birçok su kuşu var. Kenarlarında ise keçi, koyun, inek ve at sürüleri dolaşıyor. Tam fotoğraflık bir manzara ama yolumuz çok uzun olduğu ve zorunlu olmadıkça durmama kararı aldığımız için fotoğraf çekemiyorum.

Yol boyunca sürekli hayvan sürüleri yolumuzu kesiyor. Yavaş yavaş karşıya geçiyorlar ve kornaya basmamıza rağmen hiç aceleci davranmıyorlar. Yol kenarlarında sıkça farklı türlerde yırtıcı kuşlar, bazen de ikişerli üçerli gezen turnalar görüyoruz. Bir aralık akbaba sürüsüne rastlıyoruz. Hayli kalabalıklar ve bir leşin başında kavga ediyorlar. 250 km kadar gittiğimizde sağımızda kum tepeleri beliriyor. Bunlar Gobi Çölü’nün kumulları… Gobi, genellikle yarı step olmasına rağmen tamamen kuma dönüştüğü yerler de var. Buna bağlı olarak deve sürülerine de rastlıyoruz. Bu sefer arkadaşları durmaya ikna edip birkaç fotoğraf çekiyorum. Sonrasında bitmek tükenmek bilmeyen çayırlar, dümdüz uzayıp giden yollar… İnsanın uykusu geliyor. Neyse ki arada bir toprak yola çıkıyoruz da uykumuz açılıyor. 

430 km yol kat ettikten sonra Övürkhangay ilinin merkezi Arvaykher şehrine ulaşıyoruz. Küçük bir şehir. Etrafta ne bir dağ-tepe var ne de akarsu. Âdeta hiçliğin ortasına kurulmuş. Burada kahvehane gibi bir yerde öğle yemeğimizi yiyoruz. Yemek dediğim çay, ekmek ve yanımıza aldığımız konserve balık. Aslında küçük lokantalar var ama menüde et dışında bir şey yok. Fazla oyalanmadan yola devam ediyoruz. Yol, asfalt ve çok düzgün. Hızla ilerliyoruz. Bir nehirde durup elimizi yüzümüzü yıkıyoruz. Nehrin kenarında sırtını dağlara yaslamış güzel bir kasaba var. İşte diyorum, bir şehir kurulacaksa böyle bir yere kurulmalı! 

İki saat sonra sıradaki şehir olan Bayanhongor’a ulaşıyoruz. Bayanhongor da aynen Övürkhangay gibi sınırsız bir düzlüğün ortasında yer alıyor. Hiç durmadan yola devam ediyoruz. Bayanhongor’u çıktıktan sonra toprak yol başlıyor. Birbirine paralel bir sürü yol… Bu yollar, düzlüklerde yirmi şeride kadar çıkabiliyor. Arazi öncekine göre daha engebeli. Dağ taş yok ama çayırlarla kaplı küçük tepecikler var. Bu tepelerden dolayı yollar bazen birbirinden uzaklaşıyor. Yine böyle uzaklaştığımız bir sırada diğer arabanın yakınımızda olmadığını fark ediyoruz. Biraz bekliyoruz, sağa sola bakınıyoruz ama yok. Moğolistan’ın bu çok şeritli yollarında kaybolmak sıradan bir hadisedir. Yüksekçe bir tepeye çıkıp etrafı izliyoruz. Neyse ki birkaç km ileride bir toz bulutunun içinde diğer arabayı görüp peşine düşüyoruz. Toprak yolda pek hız yapamıyoruz ama zemin düzgünse ayrı bir zevki oluyor. Birbirine bazen yaklaşıp bazen uzaklaşan, bazen birbirini kesen yollar ve tozu dumana katarak ilerleyen arabalar… Önümüzde üç tane araba var. Bazen toz bulutundan bir tanesini bile göremiyoruz. Ralli izlemek gibi bir şey…

Sonunda yolumuz bir nehre varıp dayanıyor. Aslında bu nehrin üstünde hafif araçların geçebileceği basit bir köprü varmış ama yolumuzu çok uzatacağı için bizimkiler tercih etmemiş. Yani karşıya nehrin içinden geçeceğiz ama nehir çok büyük. Daha önceki yolculuklarımda çok defa sudan geçmiştik ama bu kadar büyük bir nehirden geçtiğimizi hiç hatırlamıyorum. Nehrin her iki yakasında da tırlar, kamyonlar ve taksiler bekliyor. Bir de arabaları çekerek karşıya geçiren traktörler var. Bizim rehberimiz olan amca da arabaları traktöre bağlayıp nehri geçeriz, diye bizi buraya getirmiş. Traktör, bir tane kamyoneti nehrin içinden çekip götürüyor. Durup izliyoruz. Sağ salim karşı kıyıya ulaşıyorlar. Nehrin genişliği yaklaşık 50 metre. Derken karşıdan bir arazi aracı suyu yara yara gelip kıyıya ulaşıyor. Bunu gören şoför arkadaş “O araba geçtiyse biz de geçeriz.” diyor. Amca itiraz ediyor. Karşıdan gelen araba 4×4 bir off-road arabası, bizimkiler ise sıradan taksiler… Ama arkadaş ısrarcı. “Mühim olan nereden geçeceğini bilmek.” diyor ve dalıyoruz suya. Küçücük arabamızla derin suda ilerliyoruz. Suyun dibi hiç gözükmüyor. Önümüze bir taş çıksa ya da bir an duraklasak oracıkta kalırız. Suyu yara yara, yavaş yavaş ilerliyoruz. Ben çok geriliyorum. Arkadaşa bakıyorum gayet rahat. Neyse ki sağ salim kıyıya ulaşıyoruz. Bizim geçtiğimizi gören diğer arabalar da birer birer geçiyorlar. Suda hiç kalan olmuyor. Yalnız bizim diğer arabanın plakasını su alıp götürmüş. 

Toprak yollardan yolumuza devam ediyoruz. Akşam saat 9.00 civarı çadırların olduğu bir yerde yemek molası veriyoruz. Menü yine aynı: Çay, ekmek ve konserve balık… Yemekten sonra Gov-Altay şehrinde uyku molası vermek üzere yola düşüyoruz. Gov-Altay’a yaklaştığımızda asfalt yol başlıyor. Fakat yolun düzelmesiyle birlikte şoförleri de uyku bastırıyor. Altay’a varamadan saat 12.00 civarı arabalarımızı yolun kenarına çekip oturduğumuz koltukta uykuya dalıyoruz. Gece rüzgârlı ve soğuk…

Sabah 6’da kalkıp tekrar yola koyuluyoruz. Henüz güneş doğmamış. Biraz sonra Gov-Altay ilinin merkezi Altay şehrine giriş yapıyoruz. Yüksekçe bir tepeden bakıyoruz Altay’a. Şehrin tamamı gözüküyor. Altay dağlarının eteklerine kurulmuş, nispeten büyükçe bir şehir… Gobi çölüyle Altay dağlarının iç içe bulunduğu bir yer olduğu için Gov-Altay ismini almış. Güneş arkamızdan doğarken tepeden aşağı şehre giriyor ve hiç durmadan yolumuza devam ediyoruz. Şehri çıktıktan sonra yolumuz Altayların içinde bir vadiye ulaşıyor. Toprak yollar eskiyince 15-20 cm yüksekliğinde sayısız kasis oluşuyor. Vadinin içinde paralel yollar olmadığı için mecburen bu kasisli yoldan ilerliyoruz. Yol ne kadar kötü ise manzara da o kadar muhteşem. Güneş, vadinin içine henüz doğmamış olmakla birlikte dağların zirvelerini kızıla boyuyor. Muhteşem fotoğraflar çıkabilir ama yine durmuyoruz. 80 km kadar bu zorlu yolda ilerledikten sonra sonu gözükmeyen bir düzlüğe çıkıyoruz. Kelimenin tam anlamıyla uçsuz bucaksız… Yolumuz toprak. Güneşi arkamıza aldık. Sağımızda ve solumuzda çok uzaklarda Altaylar gözüküyor, önümüzde sadece yer ve gök… Gobi’nin ortasındayız. Çöl bazen toz-toprak, bazen çakıl bazen de otlaklara dönüşüyor. Otlakların rengi sürekli değişiyor. Sarı, yeşil, kahverengi… Saat 9.00 gibi yine Moğol çadırlarının olduğu bir yerde durup kahvaltı yapıyoruz. Bu sefer konserve balık yerine bisküvi tercih ediyorum. Tekrar yola koyuluyoruz. Gobi’de ilerlerken çok kalabalık deve sürülerine rastlıyoruz. Yüz deveyi aşan süreler var. Nedense hep yolda yatıp dinleniyorlar. Biz gelince bazen kaçıyorlar bazen oralı bile olmuyorlar. Yollar da zemin de dümdüz. Git git bitmeyen kocaman bir çöl. Sağda solda hiçbir şey olmadığı için ilerlediğimizi ancak arabanın kilometresine bakarak anlayabiliyoruz. Bir ara yolumuzu bir kurt hızla kesip geçiyor. Görünmez olana kadar arkasından izliyoruz. Biraz ilerlediğimizde yolun etrafına serpilmiş, araba büyüklüğünde taşlar görüyoruz. Dağlar hayli uzak olmasına rağmen çölün ortasına bu taşların nasıl geldiğini merak ediyor ve manzara karşısında bir hayli şaşkınlık yaşıyoruz. 320 km topraktan sonra yolumuz asfalt oluyor. Yolun zemini çok güzel ve hiç viraj yok. Böyle olunca şoförleri yine uyku basıyor. Şoför değişikliği yaparak yola devam ediyoruz. 

Sabah 7 civarı Altay’dan çıktığımız 440 km’lik yolu 8 saatte tamamlayarak Hovd şehrine ulaşıyoruz. Hovd’a daha evvel birkaç kez gelmiştim. Burada çalışan bir arkadaşımız var ve geleceğimizi önceden haber vermiştik. O da bizi girişte karşılıyor. İki gündür şehirde elektrik yokmuş. Bir haftaya kadar da gelmeyecekmiş. Burada bütün ocaklar elektrikli olduğu için, böyle zamanlarda yemek yapmak hayli zor oluyor. Ama arkadaş her şeye rağmen bizim için bir şeyler hazırlamış. Uzun zaman sonra ilk kez yemek yiyoruz. Çaydan sonra bize yerli kavun ve karpuz ikram ediyor. Hovd, Moğolistan’da karpuz yetişen nadir yerlerden. Eylül ayında olgunlaşıyor. Küçük ve gösterişsiz fakat oldukça lezzetli… Yemekten sonra biraz muhabbet edip ayrılıyoruz.

Hovd-Ölgiy arası yol Altaylardan ilerlediği için biraz dağlık. Altayların içindeki vadilerden ilerliyoruz. Yolumuzun çoğu kısmı taşlık ve virajlı. Bu yüzden hızlı gidemiyoruz. Yerde sivri ve keskin taşlar var. Arabanın birinin iki kez lastiği patlıyor. Son 70 km ise güzel bir asfalt. Artık rahat rahat gideriz dediğimiz anda benzinimizin bitmek üzere olduğunu görüyoruz. Hovd’dan benzin almamak gibi büyük bir hata yapmıştık. Aman bitmesin diye bildiğimiz bütün duaları okuyarak Ölgiy’e giriş yapıyoruz. 1720 km’lik bu uzun ve zorlu yolu 43 saatte bitirmiş oluyoruz.