Güneşin ilk ışınları, telefonunun ekranını görünmez yapınca gözlerini kapatıp bir müddet dinlendirdi. Güneş, dağın arkasından bütün parlaklığı ile yükselmeye başlamıştı. Telefonu şarja takıp kalktı. Salonun penceresinden bir müddet bahçeyi seyretti. Yeşil bir manzara, ekran yorgunu gözlerine âdeta bayram ettirmişti. Hafifçe gerindikten sonra mutfağa geçti. İki gün önce pişirdiği ciğer, kendisinden başka kimse yemeyince bayatlamış ve hafiften kokmaya başlamıştı. “Kediye yine ziyafet var.” diye düşündü. 

Bir kedisi yoktu aslında. Nereden geldiğini bilmediği ve kahverengi mi hardal rengi mi olduğuna bir türlü karar veremediği bir kediyi besliyordu uzun süredir. Vakur bir hayvandı. O kadar yemek vermesine rağmen hiç sırnaşmamış, yemeklerini yedikten sonra yan bahçedeki çatısı yıkık kulübenin üzerine çıkarak bahçe gözetleme görevine geri dönmüştü her seferinde. O, orada oldukça bahçe güvendeydi. Çileklerini talan eden, salatalıklarını ve kabaklarını dişleyen fareler ortadan kaybolmuştu. Çünkü bu vakur ve kirli hardal rengindeki -en son bu renkte karar kılmıştı- kedi hiçbir fareye göz açtırmıyor, bahçeye yaklaşmalarına izin vermiyordu. Ama yaklaşık bir haftadır ortalarda görünmüyordu. Bahçe duvarına koyduğu yemekleri yedikten sonra sırra kadem basıyordu. Nankördü kediler! Evet, evet, nankördü… Ama faydalıydılar işte.  

Tencereyi dikkatlice bir kaba sıyırıp lavaboya özenle yerleştirdi. Bu ciğerin kokusunun kediyi oraya ok gibi getireceğini ve mıh gibi çakacağını hayal ediyordu. Bahçe kapısını açtı. Ters dönen terlikleri bir ayak darbesi ile düzelttikten sonra giydi. Tam yürümeye başlamıştı ki yerde taze bir patates gördü. Topraktan daha yeni sökülmüş, her tarafından tazelik akan yumruk büyüklüğünde sarı bir patates yerde yatıyordu. Hemen eline aldı ve sağına soluna bakındı. Patatesin düşebileceği bir yer değildi orası. Devam edince biraz ileride bir patates daha gördü. İleride bir tane daha… Patatesleri birer birer yerden aldı, avuçlarına sığmadığını görünce çiçekliğin yan duvarının üzerine yerleştirdi. Yönünü yeniden bahçeye döndüğünde de nereden geldiklerini anladı. 

Bir fare! Evet, büyük bir fare toprağı kazıyor ve bir patatesi yerinden çıkarmaya çalışıyordu. Hafif bir gürültü yapınca fare birden yerinden fırladı ve patates çalılarının arkasına saklandı. Kaçmadı. Bir müddet sonra yavaş yavaş eski yerine döndü ve toprağı eşeleyerek patatesi çekiştirmeye devam etti. Kısa bir uğraştan sonra da çıkardı. Patatesi yavaş bir şekilde biraz yuvarladıktan sonra da hemen çalıların arkasına koştu. 

Adam, elindeki ciğer kâsesi ile olanları şaşkınlık içinde izliyordu. Patateslerin hasadını bir fare yapmış, üstelik hasat ettiği patatesleri yemeyip ona getirmişti. Kendisinden de korkmuyordu. Elinde ciğer kâsesi vardı ama kedi ortada yoktu. Fare çalının arkasından merakla ona bakıyordu. Önünde, topraktan yeni çıkarılmış bir patates vardı. Diğer patatesler ise duvarın üzerindeydi. Ciğer, elindeki kâsedeydi. Fare vardı ama kedi yoktu. 

Çalının arkasındaki fare birdenbire koşmaya başladı. Bahçeyi bir çırpıda geçti. Beton zemine çıkınca dönüp baktı biraz. Sonra tekrar koşmaya başladı. Bir nefeste duvarı tırmandı. Kedi için yemek koyduğu yerde durdu. İki ayağı üzerinde dikildi ve ellerini “Haydi!” der gibi açtı. Bir anda bir rüyadan uyanır gibi silkindi adam. Her şeyi anlamıştı. Bir süredir görmediği kedi değil de bu fare yiyordu yemekleri. Üstelik aralarında bir anlaşma var gibi fare ona karşılık veriyor, patatesleri onun adına hasat ediyordu. Bir çeşit teşekkürdü bu. Ne yapacağını bilemedi önce. Bir kâseye, bir patatese, bir de fareye baktı. Sonra kâseyi kararlı bir şekilde yere bıraktı. Yerden patatesi aldığı gibi duvarın üzerinde yemek bekleyen fareye fırlattı. Patates, duvarın yanındaki tahta çite çarpmış büyük bir gürültü çıkarmıştı. 

Dondu kaldı fare. Elleri hâlâ yukarıdaydı. Ama bu sefer “Ne oluyor?” şaşkınlığı ile açmış gibiydi ellerini. Göz göze geldiler. Fare bakışlarını kaçırmadı hiç. Baktı, baktı… Sonra arkasını döndü, tahta çitin yanındaki deliğin önüne geldi. Bir daha dikildi ayaklarının üzerine. Bir daha baktı. Adam bu kadar uzaktan bile farenin gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordu. İçi cız etti bir an ama çabuk toparlandı. Çiçekliğin duvarındaki patateslerden birini aldı. Atmadan kaçtı fare. Delikten geçip kayboldu. Sonra tekrar girdi. Daha doğrusu kafasını soktu delikten. Bir daha baktı ve çekildi. Tamamen gitmişti artık. 

Patatesleri teker teker çitin arkasına fırlattı. Ciğer kâsesini çöpe boşalttı. Tahta çitin deliğini, eline geçen ne varsa tıkıştırarak kapattı. Fasulye, salatalık, kabak; ne gördüyse küçüğüne, büyüğüne bakmadan topladı. Bir yandan da kediye söylenip duruyordu. Mutfağa geçip topladığı her şeyi iki üç kere yıkadı. Suya yatırdı. Ferahlamıştı. Salona dönüp telefonu eline aldı. “Bahçedeki fareden nasıl kurtulurum?” diye yazdı. Tam arama tuşuna basacakken ekranda iki küçük göz belirdi. Üzgün, kırgın, yıkılmış iki göz. Hayal kırıklığı yaşayan farenin içine işleyen gözlerini gördü. “Ne oluyor ya!” dedi şaşkınlıkla. “Bir fareye mi üzüleceğim?” Telefonu yeniden şarja takıp bulaşıkları yıkamak için mutfağa girdi.

Ertesi gün daha güneş doğmadan çıktı bahçeye. Yerde birkaç tane taze patates vardı. Bir tebessümle aldı patatesleri ama üzerlerinde iki dişin açtığı iki ince çizgiyi görünce hemen yere attı. Salatalıklara koştu. Daha yeni büyümeye başlamış salatalıklarda, kabaklarda, patlıcanlarda hep o aynı iz vardı.