Bugün 22 yaşındayım. Bir tren istasyonunda, önceden altı çizilmiş bir kitabın satırları arasında kendimi arıyorum.
Daha çocukluktan başlamıştı trenlere sevdam. Babam, bir gün elinde bir oyuncak trenle çıkıp gelmiş ve annemin özenle hazırladığı masanın tam ortasına koymuştu. Saatlerce onun raylarda hareket edişini izlemiştim. Dilimde o sevdiğim şarkı:
“Düdük çalar ince ince
Yolcular binince
Gidiyor çufu çufu çuf
Uzaklarda gözü
Git güle güle gel güle güle
Çok bekletme bizi.”
O günden sonra trenler, hep bir dost gibi karşıma çıktı. Bazen bir kitabın sayfalarında tüterdi dumanı bazen de bir filmde sesini duyardım.
Benim hayalim de küçücük ellerimle bir “uzun hikâye” yazmaktı. Tren vagonunda geçen, sevdaların incitmeden can bulduğu; içinde küpe çiçekleri, saka kuşları ve minik daktilo olan bir hikâye. Huzuru bir bavul misali diyar diyar yanımda taşımak, durmadan yol almak onunla, koşmak, yetişmek peşinden, nereye gittiğimi bilmeden, “Bilmemek en iyisi be Zeynep!” diyebilmek isterdim.
İki büyüleyici dostum: Trenler ve kitaplar. Yıllarca bütün hayallerimi süslediler. Ben nereye gitsem peşimden geldiler. Tren bozkırdı, tren memleketti, tren burnumda tüten Anadolu demekti. Tren, hiç bitmeyen büyük bir kitap gibiydi.
Bizim memlekette kitap okumak pek sevilmez ama yine de kitap taşıyan, hele bir de onu okuyan insandan asla zarar gelmeyeceğini herkes bilir. Öyle öğrettiler bize. Mesela kıvrılmaz sayfanın ucu, mutlaka ayraç konur. İkiye katlanmaz, yoksa bir kanadı kırılır. Altı hafifçe çizilir, sayfalarına minik notlar alınır çünkü o dost, muhabbetlerin piridir.
Kitap, bütün dünyayı elinde tutabilmek ve kelimelere hapsolmuş solukları duyabilmektir. Kelimelerin sükûtunun altındaki nefesi duyabilen insan, nasıl başkasına zarar verebilir?
Mesela Nazım Hikmet okuyan biri, hiç memleketini sevmez olur mu? Mehmet Akif’i bilen sözünden dönebilir mi? Sevmeyi bilmeyen Cemal Süreya’yı anlayabilir mi?
Amansız bir büyüme hastalığına tutuluyorum sanırım. Üç senedir tren istasyonuna nazır bir evde oturmama rağmen o vagona binemiyorum. Annem her defasında pencerenin kenarından sesleniyor: “Kızım koş, tren geçiyor!”
Her gün bıkmadan, usanmadan “Bugünkü tren farklı.” diyor. “Bu seferki yolcu treniymiş, diğeri yük treni. Bak, biri çift katlı, biri tek, biri daha modern, biri eski. Her biri can bulmayı bekliyor.”
Annem, gözümdeki parıltı sönmesin diye trenlerden yıldız yapmaya kararlı.
Bugün 22 yaşındayım. Bir tren istasyonunda, önceden altı çizilmiş bir kitabın satırları arasında kendimi arıyorum.
Amansız bir büyüme hastalığına yakalandım. Nazım Hikmet okuyup memlekete düşman olan, Mehmet Akif deyip sözlerinden kaçan, elinde Cemal Süreya taşıyan ama sevgisiz kalpler tanıdım. Ne trenler bildiğim gibi artık ne de insanlar! Ben nasıl yol alacağım? Elinde kitap gördüğüm bir insana nasıl güvenle bakacağım? Artık ben de tehlikeli oyunlar arasında yaşayanlardanım.
Hikmet haykırıyor ellerimin arasından. Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” eserinde dile getirdiği gibi: “Bu sözleri unutamam artık; bütün geleceğimi kararttın. Oysa kitaplardan söz ederken sesin ne kadar da farklıydı.”
Kitapları olanlar belki bizi yanıltabilir ama o yanılgılardan daha cesur çıkabiliriz. İyi kitaplar ve kötü kitaplar da var tıpkı insanlar gibi…
Emeğinize sağlık.
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.