Gece, bir kâbus gibi çökmüştü, sabaha kadar ışıkları sönmeyen güzelim şehrin üstüne. Şafak bir türlü sökmek bilmiyordu. Uzun kış gecelerinden biriydi ve gitmemek için direniyordu. Bu uzun gecenin sabahına uyandığımda her yer korkunç seslerle irkiliyordu. Hâlbuki yaşadığım şehir, bu tür hadiselerin yaşanma ihtimali en az olan yerlerden biriydi. Biraz korku biraz da ürpertiyle karışık olarak odanın bir sağına bir soluna baktım. Oysa ki canım annem bu seslerden etkilenmeyeyim diye her yeri sıkı sıkıya da kapatmış.

Hayatın bütün coşkusuyla sabaha dek uyumazdı bu göz kamaştırıcı şehir. Şehir yine uyanıktı. Ancak bu sefer farklıydı zira havada kavis çizen mermiler bir şimşek gibi ortalığı aydınlatıyordu. Silah seslerinden başka hiçbir şey fark edilmiyordu bu atmosferde. Yataktan fırladığım gibi annemin bulunduğu odaya giderek ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Ancak anlamı olmayan şeyleri anlamak hiç de kolay değildi.

Mevsim sonbaharı geride bırakmış ve ağaçlardaki yapraklar gülkurusu bir renge bürünmüştü. Hatta bazı ağaçlar çoktan güz mevsimini sona erdirmiş ve bütün yapraklarını dökerek kışın sert soğuğundan en az etkilenmenin tedbirini almıştı bile. Havanın iyiden iyiye soğuduğu bir demdi. Evimizin camları ha şimdi ha birazdan kırılacak ve soğuktan donacağız endişesiyle titremeye başladım. Uçakların alçaktan sorti yapmasıyla sarsılan pencere camları, sanki dışarıdaki korkunç atmosferi bize haykırıyordu. Biraz daha uyumak istediğim halde bir türlü uykunun rahatlatan gölgesine giremiyordum. Meğer savaşta çocuk olmak ne korkunç bir şeymiş!

Bu savaş, yaşadığı hayatı bir oyun zanneden her çocuğun masum hayallerinin içinde bir yanardağ gibi patlamıştı ve yanardağ lavlarının her şeyi alıp götürdüğü gibi hayallerimizi de alıp götürmüştü. Çünkü kurşun ve bomba sesleri arasında bir siper aramak, ürperten bir korkuyla sığınılacak bir mekân bulmak ve iletişimin tamamıyla çöktüğü bir ortamda yaşamaya çalışmak, hayal ötesi korkunç bir durumdu. Sevdiklerin savaş ortamında birer birer yiterken elinden hiçbir şeyin gelmeyişi… Aciz ve mazlum olmak, dahası sivil insanlar arasında çocuk olup hiç dikkate alınmamak meğer ne acı bir şeymiş! 

Şehrin top sesleriyle sarsıldığı, su borularının patladığı, enerji kaynaklarının bütünüyle vurulduğu, gıda maddelerinin kaynaklarının tamamen durduğu  tükendiği ve oyun alanlarının birer çukura dönüştüğü bu hengâmede ürküten bir yokluğa uyanmak hiç hayal edilemeyen bir şey olsa da şimdi acı bir gerçekti. Evlerde barındırılan kedi ve köpek gibi insan dostu evcil hayvanların bomba sesleriyle sindiği bir kaos ortamında çocuk olmak. Evet, kendi korkumu yaşayamadan ‘minnoş’ diye çağırdığım kedimin ürpermesi karşısında bir şey yapamamak. Acının zirve noktaya ulaşmış olmasına rağmen duyguların dilsiz kaldığı ve bunun neticesinde tarifi imkânsız bir hisle etrafa öylesine bakmak meğer ne tuhaf bir şeymiş? 

Konuşurken düz cümleler kuramamanın, hissedilen şeyleri söyleyemeden karşıdakinin yüzüne bakmanın ne kadar acınası bir durum olduğunu içten içe duymak. Ezkaza bir kamera çekiyorsa şayet, o güne kadarki sükûtun çığlıklarını bir anda muhabirin yüzüne haykırmak! Ya da avazın çıktığı kadar savaşa lanet yağdırmak. Hayatı kanıksamak ve hiçbir anlamının olmadığını fark etmek. Yaşanan her bir şeyi oyun sanmakla beraber yalan olmadığını da bilmek meğer ne büyük bir çaresizlikmiş!

Oysa bugüne kadar her şeyi bir oyun sanmış ve hayallerimi televizyonlarda gördüğüm korkunç silah oyunlarıyla süslemiştim. Benim oyuncaklarımın hepsi silâhlar, bombalar ve mermilerden ibaretti. Bu yüzden olsa gerek silahların bu denli korkunç şeyler olduğunu hiç düşünmemiştim. Arkadaşlarımla beraber oyun oynadığımda oyun gereği bazımız yaralanıyor bazımız da ölüyordu. Aslında bu çok normaldi. Ancak gerçekte ölüm denen şeyin yüzü ne kadar da soğukmuş! Sahipsiz cesetlerin görüntüsü ne kadar da korkunçmuş! Patlayan silahların sesiyle akli melekesini kaybeden hayvanların anlamsız bakışları ne kadar da yürek yaralayıcıymış!

Bütün bunlara rağmen, savaşın her türlü hürriyeti alıp götürdüğü bu ortamda, düşümde özgürlük görmek ama ne olduğunu bilememek. Gök kubbenin altında belki de herkesi eşit sanmak. Her çocuk gibi sokağa çıkıp oyun oynamak, arkadaşlarımla bir arada olmak. Mahallenin dondurmacısından dondurma alabilmek, sokak ortasında futbol oynamak ve dahası… Bunların hayali bile ne kadar da güzel değil mi? 

Bir barikat gibi yol kesen dikenli teller de neymiş öyle? Geçiş noktaları diye bir şey mi olurmuş? Mehtaplı bir gecede denizde tekne turuna çıkmışken azgın dalgalara mağlup olmak hiç olacak şey mi? Sabahın erken vaktinde ayçiçeği tarlalarında fark edilmeden yol almak… Kaçakçıların o korkunç ve bir o kadar da korkutan “Hadi sessiz ve hızlı hareket edin.” cümlesi bir yarış pistinde yarışçılara söylenecek sözler değil miydi ki? Nehrin ortasında suyun akımına kapılan botun üzerinde yol almak niye korkutuyordu annemi? Hayat ile ölüm arasında kenara çıkmış iken bir daha geri dönememek? Suyun bu yakasına piknik yapmak için geldiğimizi sanırken bu polis amcalar da neyin nesiydi? Yanlış bir şey mi yapmıştık? Yoksa biz buraya ait değil miydik? Neler oluyor? Bunların hepsi bir rüya olmalıydı.    

Keşke bunların hepsi bir rüya olsaydı. Çocukların uyanacakları güzel sabahları, yanı başlarında aileleri, oynamaktan korkmayacakları sokaklar ve eskitebilecek spor ayakkabıları… Savaş dursa, mermiler sussa… Bombaların, mermilerin nereye geleceğini, nereye düşeceğini bilmeden sokağa çıkıp oyun oynamak ne güzel olurdu. Bugün bunların hepsi ama hepsi uzak birer hayal. Çünkü hayallerimizi bize sormadan alıp götürdü bir hiç uğruna savaşanlar. Kirli emelleri uğruna duygularımızı kirlettiler. Rengârenk düşlerimizi soldurdular. Kısacası çocuksu saf zihinlerimizi allak bullak ettiler.

Açlıktan kemikleri derilerine yapışmış, ölmek üzere olan küçük bir kız çocuğu olup arkamda da ölmemi bekleyen bir akbaba bulunan bir resim karesine malzeme olmam mı gerekiyor benim çocuk olduğumun bilinmesi için… Çocuk cesetlerinin kıyıya vurmasıyla mı çocuk olduğumuz fark edilecek? Bütün bunlar birer utanç sembolü ve insanlık ayıbı değil mi? Kıyıya vuran bu kaçıncı bebek olacak? Tüm dünyanın kıyıya vuran bebeklerden ders alması gerekmiyor mu? Denizdeki balıklar bile bu manzaradan utanırken insanların utanmaması insanlık adına büyük bir dram değil mi? 

Her şeyden habersiz, ne olup bittiğini öğrenmek için meraklı gözlerle çevresine bakan ama hiçbir anlam veremeyen masum bir çocuk olmaktan daha korkunç ne olabilir ki? İnsanın hayal dünyasında, elinde tuttuğu bir kalemden ziyade başı üzerinde kavis çizen mermilerin korkusunu yaşamak… Sevgiden uzak; evleri, okulları, parkları, bahçeleri ve en önemlisi hayatları paramparça bir çocuk olmak… Kalpleri kırık dökük ve gece baskınlarıyla uykuları bölük pörçük bir çocuk olmaya çocukluk denir mi ki? İşgal altında, tanımadık insanlarla yüz yüze olmak, dahası diline ve kültürüne yabancı olduğun bir toplumda çocuk olmak… Kalabalık kamplarda yeni oyun arkadaşları bulmaya çalışmak… Sabah kahvaltısında beğenilmeyen haşlama yumurta meğer ne kadar da lezzetliymiş? Elindekiler için şükretme, sevdiklerine daha fazla vakit ayırma ve sahip olduğun imkânları değerlendirme meğer ne büyük lütufmuş…  

Öğretmenimiz, dünyanın bazı coğrafyalarında yaz mevsimi görülmeden kışa girildiğini anlatmıştı da bir türlü kavrayamamış ve anlamakta zorlanmıştım. Galiba çocukluğunu yaşamadan büyümek gibi bir şey olmalıydı bu. Oysa şimdi oyun oynama zamanı değil miydi? Yakında okullar açılacak ve zil sesleri çocuk cıvıltılarına karışacaktı. Gül kokulu öğretmenlerimiz körpe fidanlar yetiştirmek için yollara düşecek ve rengârenk goncalar çiçek açacaktı. Giyilsin diye önlükler dikilmiş, okunsun diye kitaplar basılmıştı. Şimdi kamplarda, dört duvar arasında gün sayan bizler, okuyup adam olmak için dirsek çürütecektik… 

Ama şimdi her şey yarım kaldı. Evde yapılan mis kokulu kekler yarım kaldı. Gardıroptaki güzelim elbiseler sahipsiz kaldı. Eskimiş, eskimemiş ayakkabılar ve futbol topları vestiyerde kaldı. Pencere kenarına dizdiğim yarış arabalarım, bahçemizde oynadığım ok ve yayım, dahası bıraktığım yerde kaldı. Arkadaşlarımla yarış yaptığım dağ bisikletim, sanal ortamda oynamak için para verip aldığım oyunlarım… Sabun kokulu çarşaflarım, kuş tüyü yastığım, elyaf yorganım ve hepsinden öte kırmızı Ferrari araba yatağım, hepsi ama hepsi terk etmek zorunda kaldığım evimde kaldı. 

Anneannem, babaannem ve dedelerim, oynamaya doyamadığım kuzenlerim, şimdi adına gurbet dediğim vatanımda kaldı. Velhasıl hatıralarımı ve hayallerimi süsleyen her şey ama her şey savaşın tam ortasında kaldı. 

Umutlarım mı? Biraz flu olsa da onlar  hâlâ tükenmedi!..