“Moğolistan’a geleli bir sene oldu. Gurbette olduğumu hissetmedim neredeyse. Bayramlar burada geçti; yalnız, uzakta… Ama kimsesizliğin acısını hiç duymadım. Eşimin varlığı, yuvamızı burada kurmuş olmamız, arkadaşlarımın samimiyeti, işim… Her tatil dönüşümde evime geldim deyip sevindiğim yerdi burası.”

Böyle yazmış günlüğüne. Onu uzun zamandır izliyorum. Her hâlini hafızamda tutmaya çalışıyorum. Ne yer, ne içer? Gün içinde neler yapar, kimlerle görüşür? Oturuşu, kalkışı, konuşması, susması… Yüzünü, ellerini, bakışını ezberlemeye çalışıyorum hep. Onu izlemeyi bana verilmiş bir vazife bildim. Biliyorum, insanların gizli hâllerini araştırmanın kerahetini, ayıbını, ahlaki kurallarla bağdaşmadığını ve hatta insaniyete sığmadığını. Ruhumu böyle buldum ben. Kendimi bildim bileli bu hâldeyim.  Pek hareketli biri değilimdir. Gezmek, eğlenmek, insanların içine karışmak tarzım değil kesinlikle. Biraz farklı hatta fazlasıyla garip biri olduğumu kabullendim çoktan. Kendimi övmek gibi olmasın, pek tutumluyum; özellikle son zamanlarda. Aynı gıdalarla beslenebilirim gık bile demeden. Bugünlerde öyle yorgunum, öyle bir uyuşukluk var ki üzerimde, asırlardır yolcuymuşum gibi hissediyorum. Belim, boynum, her tarafım tutulmuş. Şöyle bir esnesem, ayaklarımı uzatsam, bir derin nefes alsam rahatlayacağım. Yok yok, olmuyor. Mezara yollanan tabut sakini gibiyim. Dedim ya hep izliyorum. Hatta söylemesi utanç verici günlüğünü de okuyorum gizli gizli. Bakın, yine yazıyor.

“Memleketi özlemedim değil. Zeytini, peyniri, özellikle de ince belli bardaktan yudumladığım Türk usulü çayla kahvaltı yapmayı. Lahmacunu, kebabı, döneri, çeşit çeşit tatlıları… Ekmeği, dalından koparıp domates yemeyi, çıtır çıtır taze acuru… Baharı özledim, çağlayı ve eriği. Çıkıp dolaşabilmeyi, yürüyebilmeyi korkmadan; kim ne yapar, hangi sarhoş musallat olur düşüncesinden ırak. Ailemi özledim, en çok annemi. Ama nadir zamanlar dışında bunlar için ağlamadım. Herkesin içinde hele hiç. Bir kuytuda kimseye sezdirmeden silmişliğim vardır gözyaşlarımı. El ayak çekildiğinde kendimi koyuvermişliğim de vardır. Ama böyle herkesin içinde, hem de hiç tanımadığım, hiç görmediğim insanların yanında…”

Bunları yazarken yine ağlıyor usul usul. Bir hastane odasında… Ranzasını yadırgıyor henüz. Bir köşesine oturmuş, içinden dualar ediyor ‘Burada bulunuşumu hayırlı kıl!’ diye. Yazdıkça rahatladığını hissediyorum. Küçük bir defteri var; çizgisiz, saman rengi sayfaları olan. Kahverengi deri kaplı. İlkin nişanlandığında yazmış bu deftere. Hayırlısı diye bitirmiş sayfayı. Üçte biri bitmiş neredeyse kalın defterin. Bazen aylarca yazmadığı olur, utanır yazmaktan. Yazmaya değer görmediğinden mi yaşadıklarını, ifadelerini beğenmediğinden mi bilmem? Kaleme de deftere de mesafeli durur. İyi bir kitap okuduysa, iyi bir şair dinlediyse, iyi bir yazara rastladıysa utanır yazmaktan. Hazine varken çer çöpü kim ne yapsın diye düşünür. Şimdi güzel yazayım telaşında değil. İçini dökecek kimse yok yanında, yöresinde. Camı açabilse, bir nefes çekse derin, imkânsız elbet. Dışarısı eksi otuzlarda…

Ruslardan kalma kaba bir binada, eski bir hastane odası… Küçük, oldukça havasız, yer yer sökülmüş soluk mavi duvar, biri patlamış iki floresan lamba… İçeri girer girmez genzi yakan ilaç ve et kokusu, bir de henüz adını koyamadığım o garip koku… Üçü yan yana, ikisi karşıda beş demir ranza… Eski ve kirli, hatta yer yer kan lekeleri olan yatak, üzerinde de sıcak tutsun diye konulmuş keçe… Bakmayı her midenin kaldıramayacağı bir görüntü var yatakta. Ranza aralarında küçük, tek çekmeceli komodin. Üç pencere, tekinin gün içinde çok az açılıp havalandırmanın yapıldığı. Köşede, tam kapı arkasında çok amaçlı kullanılan lavabo… Çok amaçlı diyorum; çünkü el, ayak yıkayanı da gördüm, saçını yıkayanı da dişlerini fırçalayanı da. Hatta daha da garibi bulaşığını da burada yıkıyor odada kalanlar. Bir köşede eskilerin deyimiyle ayak yolu. Yemek artıklarının klozete döküldüğünü gördü bu gözler. Nerede yerde ekmek gördüğünde nimet diye öpüp başına koyduktan sonra çiğnenmeyecek yere kaldıran insanım?! Neyse, devam edeyim. Odada beş kişi, genelde durumları kritik. Sancıdan kıvranıp duran da var, yürümekte zorlanan da. Aralarında konuşuyorlar bilmediğim bir dille. Öğrenemedim gitti şu Moğolcayı. Yine ağrısı tuttu galiba. Kıvranıyor. Acısını unutmak için mi yazıyor acaba?

“Bugün içi içe gurbetler gördüm. Sonuna kadar çaresizliği. Gurbeti hissettim, ta iliklerime kadar. Hani deniliyor ya “Gurbet içimde bir ok…” O’ndan başka kimsem olmadığını daha önce hiç hissetmediğim gibi hissettim. Her şeye uzaklık O’na yakınlık oldu. Tutamadım kendimi, ağladım ağladım. Herkesin içinde, herkes bana yabancı, ben herkese. Sağlık görevlileri ve diğer insanlar toplandılar başıma ama derdimi anlatamadım. Ağladım. Dil bilmemenin eksikliği sebebiyle, saatlerce bekledim bir bankta. Kimseyi almadılar içeriye, hâlimi tercüme edecek. Dilimi bilenler dışarıda kaldı. Hâlimden, dilimden anlamayanlardan anlamalarını bekledim çaresizce. Bir tek O vardı.” 

Yorgun görünüyor. Kalemi istemsizce bıraktı. Keşke ben araya hiç girmesem. Her şeyi onun ağzından duysanız. Ama hepsini yazmıyor ki. Benim gibi bir âcize kalıyor iş, o da sizin talihsizliğiniz. Hatırlayacaksınız, konuşmamın en başında söylemiştim. Her hâlini her zaman izlediğimi. Kıkır kıkır güldüğüm zamanlar da olmadı değil yaramaz çocuklar gibi.

Anlatılanlara göre pek de büyük olmayan bir uçakla gelmiş buralara. Soğuk bir aymış. Soğuk da soğukmuş ha! Ağızdan çıkan buhar, kaşları kirpikleri donduruyormuş. İnsanlar o kadar kalın giyinmişler ki yürüyen yorgan gibilermiş. Her tarafları iyice sarmalanmış. Eldiven, bere, bot, mont, hepsi buraya özel, içleri tüylü, memleketteki kışlıkları düşününce gülesim geliyor. Uçaktan indiğinde üzerinde -hep ona yakıştığını düşünmüşümdür- mevsimlik, lacivert bir pardösü varmış. Ayağında biraz hâllice bot, pardösünün üzerinde bir şal… Bu kadar. Buraların soğuğunu hayal edememiş galiba. Kapıdan çıkışta ilk nefes alışını hatırlar ve güler. Soğukla buluşan genzinin yanışı… Yüzündeki şaşkın ifadeyi, kendilerini arabaya zor atışlarını… Kapı donduğundan kapanmamış da tutarak gitmişler onca yolu eve kadar. Durun, durun, yazmaya başladı!

“Alıştım; odaya, insanlara, bakışlara, derdimi işaret diliyle anlatmaya. Bazen, İngilizce bilenler oluyor, uzun olmasa da konuşuyoruz. Doktor gelip muayene ediyor, hemşire gelip ilaçlarımı veriyor ve iğnemi vuruyor. Günlük tahlil yapıyorlar. Okuyorum bol bol. İnsanlar içinde münzeviyim. Buradan yemek yiyemiyorum. Oda arkadaşlarımın ikramlarını kabul edemiyorum. Her daim et yiyip sütlü çay içiyorlar. Her gün bir güzel insan bana yemek getiriyor. Haklarını nasıl öderim, bilmem. Yanımda bisküvi gibi atıştırmalıklar ve su var. Oda arkadaşlarım beni ziyaretçilerime şikâyet ediyormuş, bir şey yemiyorum diye. Sonradan öğrendim. Burada uzun kalacağım belli oldu. Doktorların söylediğine göre problem bir değil, bir kaç tane.” 

İki haftadır hastanedeyiz. Zaman zaman çok ağrıları oluyor. Bazen ayrılık, bazen de kimsesizlik yoruyor onu. O kadar az konuşuyor ki gün içinde kullandığı kelimeleri sayabilirim. Telefonu çalınca konuşuyor, bir de ziyaretçisi gelince. Şikâyet ettiğini görmedim, isyanına rastlamadım. Hep ‘Vardır bunda da bir hayır!’ diyor. Hatta daha sonra arkadaşlarına, “O günleri iyi ki yaşamışım, o insanları daha yakından tanıma imkânı buldum.” dediğini duydum. Arkadaşlarının fedakârlığını da görmüş oldu o dönemde. Sanırım hastaneden ayrılma vaktimiz yakın. Doktorların elinden bir şey gelmiyor, fark ediyorum. Artık günlük yazarken zorlanıyor.

“Bugün çok ağrım var. Daha önce de sözleştiğimiz üzere arkadaşımı aradım, hâlimi anlattım. O doktoru aradı, hâlimi anlattı. Doktor ona, o bana… Herkes hazırlığını yapsın, demiş doktor. Herkes hazırlasın kendini. Beni diğerlerinden ayırdılar. Odadakilerin bana acıyarak bakışlarını hatırlıyorum. Elimin ayağımın buz kesildiğini, titrediğimi, kendimden geçmek üzere oluşumu…”

Herkes kendisini hazırlasın, dedi doktor. Ne demek istedi acaba? Ben de kendimi iyi hissetmiyorum. Sıkışmış, bunalmış, yorulmuş ve dahi nefessiz… Hareket etmek istedikçe elim kolum bağlanıyor, durduğum yere çakılıyor gibi oluyorum. Üstelik ilk defa açlık da hissediyorum. İçimde bir ağlama hissi, bir çığlık atma isteği, bir telaş gözlemliyorum ama kendi derdimden çevremle ilgilenecek takati bulamıyorum. Uzaktan uzağa fısıltılar geliyor, ‘Vakit geldi, vakit o vakit!’ Şaşkınım, huzursuzum, başım bir hoş.

Çok zaman geçmedi ve nihayet derin bir nefes aldım ve bastım çığlığı. Şimdi sesler daha net, görüntüler daha canlı. Kendimi de gördüm hiç görmediğim gibi. O hep yakından izlediğimin kucağına verdiler beni. Kokusu ne kadar da güzel. Ağlıyor, sarıyor beni, kokluyor… 

Bir ses kulaklarımı ve kalbimi dolduruyor: “Bir kızınız oldu, gözünüz aydın!”