“-Birini çok özleyince ne yaparsın?

-Fazla bir şey yapmam. Gidip görürüm.

-Doğru. Gidip görürsün.

-Gidemezsen?

-Yüreğinle görürsün.”

Yukarıdaki kısa diyalog, “Live Up To Your Name Dr. Heo” filminin bir sahnesinden alıntı… Filmde, bir doktor olan Choi Yeon-Kyung ile hemşire arkadaşı arasında geçen bu konuşmada özlenen, Joseon Hanedanlığı döneminde yaşayan ve zamanda yolculuk yaparak bugünün Seul şehrine gelen, döneminin akupunktur uzmanı doktor Heo Im’dir. Heo Im’in, bir seferinde kendi zamanına yaptığı seyahatlerinden biri uzar ve orada kalma müddeti beklediğinden daha fazla sürer. Choi Yeon-Kyung, Heo Im’e olan hasretinden ne yapacağını bilemez. Dayanamayıp hemşire arkadaşına derdini açtığında ise şu bilgece cevabı alır: “Yüreğinle görürsün.”

Peki ama insan birini çok özleyince, onu istediği zaman gidip görebilir mi? Ya gidip göremezse yüreğiyle görebilir mi? Dahası yüreğiyle nasıl görür? Yoksa, bizim zamana meydan okuyan meşhur atasözümüz gibi; “Gözden ırak olan gönülden de mi ırak olur?” Ucu bucağı olmayan mesafeler sevdiklerimizi kalbimizden bir bir söküp atar mı sahiden?

Şurası inkâr edilemez bir gerçektir ki hayatın akışı içinde, yolumuz illaki bir gurbete düşmüştür. Velev ki yolumuz gurbete düşmese bile kelimenin kendisine yabancı olmak neredeyse hepimiz tarafından imkansız gibidir. En azından uzaklara yolcu ettiğimiz bir yakınımız veya dostumuz olmuştur muhakkak. 

Gözden uzak olan yerlerin adı değil midir zaten gurbet? Sevdiklerimizi uğurladığımız yahut onlara “Allah’a ısmarladık” deyip yollara koyulduğumuz uzaklar… İsterseniz şimdi uzakları olduğu yerde bırakalım da bir kez olsun yüreğimizi yoklayalım. Gün gelmiştir de bazen “Kapı arkası bile gurbet” olmamış mıdır birçoğumuz için? Sizin anlayacağınız o kadar da yakınımızdadır kimi zaman gurbet, o kadar yanı başımızdadır.  

Her ne olursa olsun ayrılık kolay değildir elbet. Hatta ölümden de zordur çoklarınca. Öyle ki -çeken bilir- Karacaoğlan, söz konusu çoklardan biri olmalı ki bir şiirinin meşhur nakaratında, şikâyet makamında şu itirafta bulunmuştur:

“Seyyah oldum, gezdim gurbet illeri,

Kâr etti bağrıma, yeter ayrılık.

Söyleyeyim başa gelen hâlleri,

Çok çektim, ölümden beter ayrılık.”

Eskiler de veciz bir sözle bunun kanıtını ortaya koymuşlardır: “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar. 50 dirhem fazla gelmiş ayrılık.” Ölçebilene, tartabilene aşk olsun!

Pekâlâ neden bu kadar zordur ayrılık? Neden ölümden beterdir? Cevabı çoktur kuşkusuz. Onlarca, yüzlerce… Kim bilir, ayağımıza takılıp duran şu gerçekler de o cevapların altına eklenebilir belki…

Yollar eğri büğrü olsa da dik başlıdır genelde. Her zaman arzularımıza boyun eğmezler. Mesafeler acımasızdır; anlamazlar çoğu kez hasret çekmenin ne olduğunu. Adım adım aşmak isteriz de engelleri ama aşamayız çoğu zaman, geçemeyiz. Ne bileyim, ekmek kavgası kocaman bir duvar olur bazen önümüzde. Bazen mevsimler el vermez sevdiklerimizin gözlerinin içine bakmaya. Bazen de yașamın beklenmedik virüsleri hayatımıza müdahale eder de yakınlarımızın elini tutamayız, sarılamayız doyasıya. Öyle ki gün gelir; göz bebeğimiz dediklerimiz, canımızdan aziz bildiklerimiz burnumuzda tüter durur… Oysa Montaigne’nin dediği gibi, “Her gün birbirini görmenin, kavuşmanın tadı başkadır.” Bambaşkadır.  Lakin ne gezer gurbet çekenler için!

Neler çeker gurbettekiler öyleyse? Uzaklarda olmak, uzaklardan sılayı duymak nasıl bir duygudur? Bu, Yunus Emre’nin;

“Ben yürürüm ilden ile

Dost sorarım dilden dile

Gurbette hâlim kim bile

Gel gör beni aşk n’eyledi”

dediği gibi çok bilinmeyenli bir denklem midir? Yürüyen için iller tükenmez, dostlar bulunmaz mıdır? Hasret, insanın yakasını bir kere tutmaya görsün; anlatmakla bitmez, anlatmaya da kimsenin takati yetmez. En basitinden henüz tüyü yeni bitmiş oğlunu askere gönderen ebeveyn için günler saya saya bitmez olmuş ki manileri dillerine pelesenk etmişler, etmeye de devam ediyorlar:  

“Mendilimde gül oya

Gülmedim doya doya

Asker yolu beklerim de

Günleri saya saya”

Diğer yandan Ozan Arif, bu gerçeğin bir şahidi olsa gerek ki bağrında yatan hasret acısına söz geçirememiş de dilinden şu dizeler dökülüvermiş: 

“Ne kadar anlatsam tükenmez, bitmez

Bu benim bağrımda yatan hasreti

Anlatmaya zaten takatim yetmez

On yıldır yakamdan tutan hasreti”

Her ne kadar hasret anlatmakla bitmez, anlatmaya takat yetmez desek de dillere destan, şairlere ilham olmuş sözün evvelinden ahirine…

“Akşam olur, kuşlar konar dallara,

Susamış yıldızlar iner göllere,

Güzeller dizilir ince yollara,

İçlerinde seni göremiyorum.” demiş mesela Orhan Șaik Gökyay ve görmek istediğini göremeyince hiçbir şeyde teselli bulamamış.

Aslında ne farkımız var ozanlardan, yazarlardan? Her birimiz hissetmez miyiz çoğu kez aynı duyguları? Aynı kulvarda koşmaz mıyız zaman zaman? Sadece dilimiz bağlanır sanki de ebkem kesiliriz istemsizce. Onlar bize tercüman olurlar. İyi ki de olurlar. Yoksa içimizde büyür dururdu dertler. 

Öyle zamanlarımız olur ki hatırlayıp da ruhumuza acı vermesini istemediğimiz gözden uzak yakınlarımızdan ötürü -İlhan Berk gibi- biz de bazı şarkıları dinlemeyiz. Çoğu şiirlerden fellik fellik kaçar, masalların semtine uğramaktan çekiniriz. Lakin hayatımız  artık gurbetle öyle içli dışlı olmuştur ki büsbütün birinden kopup diğerine de yaslanamayız. Bu nasıl anlatılır, diye düşünürken imdadımıza Elif Şafak koşar önce ve şöyle şerh eder kördüğüm olmuş ahvalimizi: “Gurbet görünmez bir kıymıktır çünkü, batar etine; derinin altında, parmağının ucunda sıkışmış kalmıştır, yaşar seninle. Çıkarmaya kalksan çıkaramazsın, göstermek istesen onu da yapamazsın. Etin kemiğindir artık, bedeninden bir parça. Ayrılmaz bir uzvundur, ne kadar yabancı, ayrıksı olsa da.” Hemen ardından Orhan Kemal de soluğu yanımızda alır ve hâlimize şöyle tercüman olur: “Gurbete düşersin sıla çağırır, sılana kavuşursun gurbet el eder.” 

İşin bir de şu boyutu var ki yalnızca anne, baba, eş, evlat, kardeş ve diğer sevdiklerimiz değildir hasreti içimize çökenler? Ya çocukluğumuzu ağırlayan ev bark, bağ bahçe ve tenha sokak… Esasen eskilerden gözümüzde tütmeyen hiçbir şey kalmamıştır, desek abartmış olmayız herhâlde. Göz görmeyince gönül katlansa da gözümüzde tüter durur her biri. Bazen Rıza Tevfik gibi doğduğumuz yerleri, oynadığımız bahçeleri hayalimizde taşıyıp tekrar tekrar yaşatmaktan kendimizi alamayız:

“Uçun kuşlar uçun doğduğum yere

Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.”

Aslında insana dair böyle kaçınılmaz hâllerin birçok avuntu durağı olduğunda şüphemiz yoktur.  Her derdin bir çaresi, her marazın bir şifası olduğu gibi… Burada da çoğu zaman kalp ehli, hikmet dili girer devreye. Biz de kalbimizin sesine biraz kulak versek; “Aklın yolu birdir.” der, hak veririz tüm gönüllerden dökülenlere. Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu teselli durağı hep Mevlana mı olmalı?” Elbette hayır. Ama kavisli yollarımızın, o büyük üstatla bir köşe başında sık sık  karşılaşması büyük olasıdır. Tıpkı yolun tam burasında karşımıza çıkıp da şöyle dediği gibi: “Dediler ki: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki: Gönüle giren gözden ırak olsa ne olur.”

Sözün kısası, sevdiklerimizden ne kadar uzak olursak olalım; onlar hep yakınlarımızdır, yakınımızdadır. Varsın atalarımız gözümüzden ırak olanları gönlümüzden de ırak sansınlar. Özlemin sevgiyi pekiştiren, yakınlığı artıran bir yönünün olduğu da muhakkaktır. İnsan gönülden düşmesin yeter ki. Gönülde yaşayan illa ki yüreğin gözüne takılır, içten sevilir. Hepsinden öte gönüllerde en güzel tahtlara kurulur. İsterseniz yine noktayı yediden yetmişe gönüllerde taht kurmuş Mevlana Hazretleri koysun. Koysun da sözümüz hüsnükabul görsün: “Vedalar gözleri ile sevenler içindir. Çünkü gönülden sevenler hiç ayrılmazlar. “