Ayakları tutmuyor, sağ kolunu da hissetmiyordu. Kapı çalıyordu ama onun açmaya hâli yoktu. Sesler işitiyor ve duyduklarını onaylar gibi başını sallıyordu. Uzun zamandır düşüncelerini toparlama zorluğu yaşıyordu. Bu durum âdeta bütün vücudunu esir almış ve hareket etmesini de zorlaştırmıştı. Kendi kendine söylendi: “Yangından arta kalanları toplayan çocuklar gibiyim, sen kalbimi yakıp gittikten sonra!”

Bazı günler uyandığında gerçekten uyanıp uyanmadığının farkında olamıyordu çünkü günler birbirinin aynısı şeklinde devam ediyordu. Alışılmışın dışındaki hayatla bağını kuramıyor, dolayısıyla gerçeklik algısı onu yanıltıyordu. Hayat yeni başlamış da birazdan bitecekmiş gibiydi.

Zamansızlığı kendince anlamaya çalışıyordu. “Vaktinden evvel gitmedi kimse, hiçbir şey de vaktinden evvel olmadı. Tam da olması gerektiği gibi oldu her şey.” diye mırıldandı.

Odanın içerisinde yatağında uzanıyordu. Kalksa mı, yatsa mı? Bir türlü karar veremiyordu. Kendinde bir güçsüzlük hissediyordu. Bundan dolayı hiçbir şeye isteği de kalmamıştı.

Okuduğu bir kitaptan aklında kalan cümleyi hatırladı: “Kürek mahkûmları bilir ki okyanus benim ruhum kadar derin,  küreğin kırılganlığı benim ömrüm kadar incedir.”

Yatağında sessiz kaldığı sürece; notlar, şiirler hepsi birbiri ardınca zihnine hücum ediyordu:

“Denizi unutan martılar şehirlerde kaybolur, 

Yelkenler yollarını martı’sız sahralara vurur.

 Aaah! Bir bilebilsen, sensiz nice yangınlar denizler kurutur.  

En girift dertler, hercai menekşeleri kalbinden vurur.”

“Benden aldıklarını yerine koymadan gitme diyeceğim ama artık ben diye bir yer de kalmadı. Yaprak dökümü, hasat mevsiminden önceye denk geldi. Haydi! Koy yerine koyabilirsen. Zihnimin dağınıklığını toplamak adına bunları yazıya dökmeliyim.” dedi. Yatağından doğruldu ama kalkamadı. İstese kalkabilecek ama o bu isteğin kararsızlığını yaşıyordu. Yatağının yanında duran sehpadan defterini ve kalemini alarak “Gelip geçeni olmayan kapıları ancak rüzgârlar çalarmış. Serin ve rüzgârlı denizlerin yangını gibi gözler döner, yine kendine ağlarmış.” diye yazdı.

Zar zor da olsa ayağa kalktı. Geçenlerde bir rüya görmüştü. Onu hatırladı ve yüzüne bir gülümseme geldi. Hani güzel bir rüyadan uyanınca dudaklarda kalan tatlı bir tebessüm gibi. Rüyaların anlamını bilmezdi ama onlara bir rahatlama ve ruhun kanatlanması olarak bakardı.

Pencereye doğru yavaş adımlarla ilerledi zira bacaklarındaki ve sol kolundaki ağrıları uzun süredir yaşıyordu. Doktor bu durumun psikolojik olduğunu söylemişti. Sağ kolu ile pencereyi zor da olsa açtı. Kolunda sızlama tarzında tatlı bir ağrı vardı. Pencereden çocukluğunun neşeli zamanlarını geçirdiği bahçeye baktı. “Ağaçların bakımının yapılması lazım.” dedi. Bir zamanlar dallarına salıncak kurup sallandığı dut ağacı ne kadar da güçlü görünüyordu. Hayalindeki çocukluğu hâlâ ağacın kollarında sallanıyordu.

Gözlerini bahçedeki ağaca sabitlemiş kendi kendine söyleniyordu: “Ardından bakakaldığın ömrünün nasıl da sararıp solduğunu, dökülen yaprakların, yıkılmış bir devin saçları olduğunu, geriye kalanın ne sen ne de ruhun olduğunu anlayacaksın. Hepsi bir hayalin serencamı olsa gerek diyeceksin…”

Uzun süre sessizce pencereden dışarıyı izledi. Gökyüzü her zamankinden daha güzeldi bugün. Bahar gelmiş, bahçelerine konuk olmuştu. Kimler gelip geçmişti bu bahçeden. Burada geçen güzel günler, birlikte yenilen yemekler, şen kahkahalar ve neşeli sohbetlerden arta kalanları hâlâ bahçede görür ve duyar gibi oluyordu. Şimdilerde etrafında kimse kalmamıştı. Derin bir iç çekti ve “Bir zamanlar can attıklarım adım atmayınca, can kırıklarıyla acımaya başladı her yanım.”  dedi.

Hayatın istediğimiz gibi olamadığı, sadece hayattan payımıza düşenleri alabildiğimize inandırmıştı kendini. Şehirlerin sesleri olduğunu düşünür, bunu bildiği için çoğu zaman sessizliğe sığınır, kalbini ona açardı.

Aşina olduğu kaldırımların kendini tanıdığı kadar buralıydı. Sadece mecburi istikametinin konukları tanırdı onu. Bu köyde onunla en çok sohbet eden kişi, herkesin deli dediği Ahmet’ti. O da pek kimseyle konuşmaz ama onu gördüğü zaman mutlaka bir şeyler söylerdi. Onu biraz kendine benzetiyor olsa gerekti. Ahmet, ona biraz yaklaşınca “Bana bak, bana bak! Sağlam kafayla çekilmez bu hayat.” derdi. O da Ahmet’in önünde biraz bekler, sonra onu onaylayan bir baş eğmesiyle tebessüm ederek yanından ayrılırdı. Ahmet’in gözlerine bakamazdı. Fakat bunun nedenini bir türlü bulamadı. Köyün delisi onun arkasından gülerdi. Belki de dönüp baksa gerçekten ona benzemeye başlayacaktı.

Ahmet için anlatılan farklı hikâyeler vardı ama hepsi de onun acıları üzerineydi. O ise ara sıra konuşur, herkes onu dinlerken çıt çıkmazdı. Sanki kutsal bir ruh gibi onun sözleri dinlenir, o gidince de her şey eski hâline dönerdi.

Ahmet’in hikâyesinde buldu kendini: “Hangi taş duvarlar dayanır bunca gama, yıkılan nemli canların dayandığı kadar!” dedi.

Ahmet’in bazen gözleri dolar ama “Sesimi kimse duymasın!” der gibi göz pınarlarını içine akıtırdı. Hani ilaçlar bedenini rahatlatır ama ruhun ağlar da etrafındaki herkes olan bitenden habersizdir. Başkaları senin acını nasıl ölçecek ve nasıl anlayacaktı? Ahmet sonuçta deliydi. Kime ne dese dikkate alınmayacaktı. O da bunu bildiği için derdini kendi içinde yaşardı. Bazen “Adın çıkarsa deliye, ne söylesen nafile!” derdi de herkes bu sözüne bile gülerdi.

Ahmet, yalnızlığı ve anlaşılmazlığı açısından kendisine benziyordu. Bekleyeni olmayanın gideceği bir yeri de olmazmış. Yazın ulu ağaçların gölgeleri serin olurdu. O yüzden sıcak günlerde hep oralara gider ve dinlenirdi. Oralarda kendini bulur, uzun uzun doğa ile sohbet eder gibi konuşup düşünürdü. Kuşlar konar, göçerdi bu ağaçlara. Acaba göçmen kuşlar vatan özlemi çekiyor muydu?

Bu ulu ağaçların, kendisinden daha çok hatıraları vardı. Yaprakların hışırtıları geçmişi anlatır ama onları kendinden başka kimse duymazdı. Bu, bir sır gibi aralarında kalırdı. Hatta ona kendisinin evvelini ahirini anlatırlardı. O yüzden yaşadığı hiçbir şeye şaşırmazdı.

Ayakları tutmuyor, sağ kolunu da hissetmiyordu. Kapı çalıyor ama açmaya hâli yok. “Kapı açık, girin!” diyor. Dedesi giriyor içeriye ama o kalkamıyor. Dedesi her zamanki gibi torununun başını iki elinin arasına alıyor. Yaşı iyice ilerlediği hâlde onu hâlâ küçük torunu gibi öpüp kokluyor. Dedesinin dudaklarının arasından kısık sesle bir cümle dökülüyor: “İnsanı, yaşanması mümkün olanları imkânsız hâle getirmek üzermiş evlat.”

“Dede biliyor musun, geçenlerde bir rüya gördüm.” dedi ve anlatmaya başladı: “Rüyamda oğlumu gördüm. Çok küçüktü. Sahilden bir gemiye biniyorduk. Gemi büyüktü ama deniz daha da büyük ve olabildiğine berraktı. Oğlum denize bakmak istedi. Ben düşecek diye çok korktum. Onu alıp kenara koydum. O da tebessümle bana baktı, hayalimde büyümüştü ama rüyamda küçücüktü. Şimdi kim bilir nerede ve kaç yaşında? Bahar gelsin diye beklerken boşa geçen mevsimler…

İkisi de sustu. Odadaki sessizlik duvarlara çarpıp tekrar yüzlerine vuruyordu. Suskunluk her şeyi en kolay şekilde ifade edebiliyordu çünkü o sonsuz cümlelere sahipti. Yüzü pencereye dönük bir şekilde mırıldandı: “Dede! Ben küçükken düşünce sen bana, “Büyüyünce unutursun.” demiştin. Hani büyürsem unutacaktım bütün acıyan yanlarımı ama hâlâ acıyor her yanım. Demek ki ben hâlâ…

Dedesi onun gözlerinin içine bakıyordu. Ona bir askerin hikâyesini anlattı. İki bacağını ve bir kolunu kaybeden bir askerin hikâyesini: “Bir yıla yakın bir tedavinin ardından iki protez bacak ve bir protez kol ile hastaneden taburcu edilip eve dönen asker evde kimseyi bulamamış. Annesinin yanına gidince anlamış her şeyi. Askerin yaşama ihtimalinin bulunmadığını, yaşasa bile hep bakıma muhtaç kalacağını öğrenen eşi, daha olayın ilk günlerinde çocukları da alıp gitmiş. Askeri karşılarında gören herkes onun protezlerle yürüyor olmasına çok şaşırmışlar. Onu böyle görmekten dolayı mutlu olanlar, onun iç dünyasındaki parçalanmayı hiçbir zaman anlayamamışlar. O ise ‘Ayakta olduğuma bakmayın, dört parçamın üçünü kaybettim.’ demiş. Herkes ona ‘Hayattasın ya, boşver her şeyi.’ demişler.

Kısa bir suskunluktan sonra dedesi ona: “Evlat! O dört parçanın üçü; eşi, oğlu ve kızıydı.” dedi.